On beş yıla yakın zaman geçmiş aradan. Ölüm haberini aldığım yerdeyim şimdi. Öyle bir ıssızlıkta. Avare dolaşmıştım sokaklarda. Akşam ise Dipnot Kitabevi’nde buluşmuştuk, bir grup arkadaşla. Heidegger mi demişti? “Zaman saatin yenilgisidir” diye. Boyun eğdiğimiz günler, saatler ve dakikalar… sıradanlaşan çaresizliğimiz.

Ulus (Baker) böyle yazılardan hoşlanmazdı. Ama onu düşününce yalnız kalbim değil aklım da parçalanıyor. O yüzden yazmalıyım. Yıllar sonra karşılaşsak… Ülkenin durumunu sorsam ona. “Vahim” derdi, hiç şüphe yok. İşte onun bu sözcüğe yaptığı özel vurguyu özledim. Ben bu adamı, onun deyişiyle, “el kadar çocukken” tanıdım. Bir açık hava gibi yanımdaydı her zaman. Eğri gözlükleriyle sabahlara kadar içip dans ederken de, kolaj yapıyorum deyip evinin dört bir yanını gazete kupürleriyle doldururken de, Anna Ahmatova’yı tartışırken güzel kadınlar üzerine aforizmalar sunarken de, altı ay tek camı olmayan bir gözlükle sokakta dolaşırken de yaşamımın bir yerinde hep Ulus vardı. Sanırım Jeff Buckley’i bana o öğretmişti. Buckley’in, Cohen’in o meşhur Hallelujah’ını yorumlarken şarkının en başındaki nefes sesi belki de onun son nefesiydi.

Ortaokul yıllarımda Konur Sokak’ta bir zamanlar Ali Balkız’ın “Kardelen”in yerinde “Üç Çiçek” vardı. Ulus’u orada alacalı bir hayal gibi hatırlıyorum. Daha sonra babam psikiyatri tezine çalışırken yazdıklarını bilgisayara aktaracak bir yardımcı belirdi: Ulus. Neredeyse altı ay aynı çatı altında yaşadık.

Çok güzel piyano çalardı. Belki de çok az kişi onun daha önce konservatuarın kompozisyon bölümünü kazandığını bilir. Bana geldiğinde piyanonun başına oturup resitaller verirdi. Muhtelif dünya dillerini bilirdi. Değişik dillerde ilginç mesajları telefonla gönderme kabiliyetine hiçbir zaman vakıf olamadı!

***

Ulus, disiplinlerarası ilişkinin sınır tanımayanıydı. Felsefeden müziğe, sinemadan edebiyata, resimden sosyolojiye, simyadan kimyaya, matematikten psikolojiye uzanan bir bileşkeydi. Hislerinin anlamını bulma yolunda ilerlemeciydi. Ulus’u Ünal Hoca’sız ( Nalbantoğlu) anmak bir eksiklik duygusu yaratır insanda. Biz, hep Ünal Hoca’nın “Patikalar”ından sessizce yürüyenler olalım.

Sanırım doğum günüm…

Sıkıcı bir muhabbet dönüyor masada. “Bugün bir yaş daha yaşlandım. Bari biraz eğlenceli şeylerden konuşalım,” diyorum. Muhtemelen bütün kapılar yine Spinoza’ya çıkıyor. En sonunda konuyu kapatmak için, “Spinoza İspinozdan mı geliyor Ulus?” diye kendi çapımda geyik çevirmeye çalışıyorum. Verdiği yanıta karnımı tuta tuta saatlerce gülüyorum: “Hayır, ispinoz İbranice kökenli bir kelimedir!”

Yıllar geçmiş aradan. Belki de daha sonraki yıllarda arkadaşlığımızı perçinleyen aynı mahallenin çocukları olmamızdı. Evet, bir adalıydı. Tıpkı benim gibi… Biz de Giritliyizdir. Evet, babası da bir psikiyatristti. Tıpkı benim gibi… Ama Ulus hiçbir zaman babasının “neden?” öldürüldüğünü anlatmadı bana. Ben de soramadım. Sanki gizli bir alana dalıp onun kalbini incitebileceğimi düşündüm. Evet, annesi bir şairdi: Pembe Marmara… Kıbrıs’ın özellikle 40'lı yıllarının önde gelen kadın şairlerinden biriydi o. Nihat Sami Banarlı’nın teşvikiyle Türkiye’de de, “Yedigün” dergisinde şiirleri yayımlanmıştı. Ümit Yaşar Oğuzcan’la mektup arkadaşlığı süreçte aşka dönüşmüştü. Ne yazık ki, o zamanın şartlarında Kıbrıs’tan Türkiye’ye gitmek büyük bir lükstü. Ama ferman dinlemeyen yürekler bu aşkı besleyip büyütmüştü. Sonunda, posta yoluyla, Ümit Yaşar’ın bir kitabın içini oyarak yerleştirdiği yüzükle kendi aralarında nişanlanmışlardı. Pembe Marmara’nın babası vaziyeti öğrendiğinde evde kıyametler koparmış, kızına etmediğini bırakmamıştı.

Ama gelin görün ki, babasının gözünün nuru kızı yemeden içmeden kesilince çaresiz kalmıştı. Mecburen en büyük oğlunu İstanbul’a damat adayını görmeye göndermişti. Dönüşte ise karar belliydi: İmkânsız izdivaç. Her şeyden önce Pembe’ye göre değildi yeniyetme şair. Ümit Yaşar, kısa boylu ve kekemeydi!

Ne zaman annesiyle ilgili söze başlasam bir süre sonra konuyu kapatırdı. Kaçmak istediği konular konuşulmaya başlayınca başını hafifçe öne eğer, bir süre sonra da toz olurdu.

On yıl geçmiş aradan. 2000'li yılların ortasında Ankara bozkırında bir grup ateşli genç yan yana gelmiş, ülkemizde pek kıymeti bilinmeyen edebiyat eleştirisi odaklı hakemli bir dergi çıkartmak için toplanmıştık. Ulus yine yanımızdaydı.

Elimden bir bilya kayıp gitti sanki. Türkiye hayattayken farkına varamadığı bir filozofunu yitirdi. Ulus yaşarken bir dehaydı, şimdi efsane oldu.