Bir arkadaşım yıllarca cezaevinde yatan akrabasına tahliye olur olmaz sormuş: “Dışarıda en çok özlediğin neydi?” Yanıt: “Uzağa bakmak…”

Bizler, iki bina ötesine bakmayı beceremedik. O yüzden, bu soruya verilen buruk yanıt günlerce sarstı beni. Uzaklık, salt mesafe değildir. İçinde bilinmezi de barındırır. Gelecek şüphe duygusunu verir. “Ne zaman, nerede, ne yapacağım?” soruları tırnakları kemirtir. Yahut ölüm bir başka kör noktadır. Bu dünyadan günün birinde ayrılacağını bilmek biz ölümlüler için yeterli değildir. İnsan netlik ister her şeyden önce. Belirsizlik daha çok korkuyla karışık bir tapınma duygusuyla gelir. Sözün özü, uzağa bakmayı başarabilmek öyle kolay değildir.

Peki geçmişin soylu yanı? O da ürpertir mi insanı? Tabii ki hayır! Bu nedenle geçmiş eğlenceli bir sığınma aracıdır. Ben de bu satırları yazarak günün acısından arınmaya çalışıyorum, kim bilir? İp atlıyorum bir köşede, seksek oynuyorum, bebeğimin sarı saçlarını tarıyorum. Çocukluğumu düşününce güzel zamana vurgu yapmış, onu avcumun içine almış oluyorum. Dönüp yanıma yöreme baktığımda ise oluk oluk kanın aktığı, öldürümlerin kanıksandığı yılları göremiyorum. Ama mazeretim büyük: Evde konuşulanların ayırdına varamayacak kadar küçüğüm.

Sözlük yazarı olan annemle birlikte Türk Dil Kurumu’nun merdivenlerinden tırmanıyorum. Çalışma arkadaşlarının her birine gülümseyip, Necati Cumalı’nın kızkardeşi Mübeccel Teyze’ye, “Günaydın, Mücebbel Hanımefendi Teyzeciğim” diyerek numaradan bir köşeye çekiliyorum. Derdim bir an önce Sevgi Teyze’nin (Özel) yanına uçmak… ona kavuşmak… Kucağına oturup kendime göre günün yeni gelişmelerini anlatmak. Biraz zaman geçirip kurumun koridorlarında koşmaya başlıyorum. Cahit Külebi ayakkabımdan çıkan pat pat seslerini duyunca, “Bu çocuk bir âlem,” diyerek gülmeye başlıyor. Bir tek Tarama Sözlük Kolu odasının önüne gelince yavaşlıyorum. Odadan uzaklaşır uzaklaşmaz yeniden hızımı arttırıyorum. Tarama Sözlüğü’nde gözlüklerinin arkasından çok ses çıkartınca kızıyormuş gibi yapan Gülten Teyze (Akın) var çünkü.

Gülten Teyze’nin buruk gülümseyişi o yıllarda benim kavrayamayacağım koca dünyaya karşı tutarlı bir isyandı oysa. 1977’de ODTÜ’de öğrenci temsilcilerinin örgütlediği eylemde öldürülen Ertuğrul Karakaya’nın ardından yazdığı “Ertuğrul Ağıdı”nda, “Gökte bulut yanyan gider/ Yaralarından kan gider/Töresi batası dünya/Kahpe kalır şahan gider” diyordu. Anadolu’nun sesi formunda “4+4”lük bir ses düzeniyle karşı çıkıyordu düzene. Rilke, “Meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi insan da ölümü içinde taşır” der ya. Bizim ülkemizde iktidar aklı itirazını yükseltene işler, yani bir bakıma meyvenin çekirdeğini taşıması gibi düzen de ölümü içinde taşır. 12 Eylül gelip çattığında ise bir gecede değişir her şey. Bu defa çıkılan yolculuk, oğlu için Mamak’ta acılarla dolu uzun, ince yolculuktur. “42 Gün”de açlık grevlerinin içinden bir anne olarak geçer. Cezaevi önünde itilip kakılmayı önemsemez. İçerisi yangın yeridir. Seyranbağları’nın, gecekonduların, sabah ayazında işe giden genç kızların, evlerinin önünde oturan kadınların şairi bir ana olarak evladının yanında soluk almak ister.

Sonra biz biraz daha büyürüz.

“O dönemde, Türk Dil Kurumu’nda bir vahaydı onlarla buluşmak…” demişti son telefon konuşmamızda Gülten Teyze. Belki de bu nedenle, “İç saatinizi kurdunuz/Öyle bir yolculuk gibi sıradan/Sonsuza da olsa birer birer/İstanbul sizi bağrına çekti/Orada dirisiniz mütemadiyen” dizelerini yazmıştı. Önden gidenlere ve İstanbul’a göç edenlere selam çakarak. “Nasılsınız?” sorusunun anlamı ise “Beni Sorarsan” şiirinde gizliydi artık: “Beni sorarsan / Kış işte / Kalbin elem günleri geldi”

Son yıllarını Burhaniye’de İda Dağları’na sığınarak, gazeteler, kitaplar, televizyon, birkaç duvar resmi, torun özlemiyle geçirirken sağlık sorunları nedeniyle tekrar Ankara’ya dönmüştü. “Çabuk yoruluyorum artık” demişti, nefes nefeseydi sanki. Haftanın belli günleri diyalize girmesi zorunluydu... “Açılan kapıdan girdin/yapı içine çekti seni/beyaz, yansız, buyurgan/Koşuşturan genç kadınlar/Görmeleri bile gerekmiyor/Yerini alıyorsun” diye yazmıştı zaten “Diyaliz” şiirinde… Son kitabında kitabında kendini apaçık ortaya koyuyordu.

“Özgürlük de öğrenilmesi gereken bir şeydir” der Adorno. Artık eminim, özgürlükten söz ettik ama özgürlüğün ne olduğunu öğretemedik. Belki biz bile öğrenemedik…

Bu nedenle uzağa bakmayı başarabilmek Gülten Akın gibi vicdan teyzelerimizin işi oldu hep. Şiiriyle öteleri gösteren…