Hep, çoğu korkulu öğrenciler mi çekilecek sınava, “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni de sigaya çeker bir Molla Kasım gelir” diye uyarmayalım mı seni de ey edebiyat!

Yardımcı Ders Kitabı 101: Dersimiz karşıdır abiler!

Ne Dersi!?
DERSİMİZ Ne!?
KONUMUZ Daha ne ve daha neler...

“Ne dersi!?” Ünlemli soru dersi ya da tersi, sorulu ünlem dersi. İkisi de olur, hiçbiri de olmaz. “Ne dersi?” sorusunda, Arif Damar dizesine benzer bir usulluk ve usluluk, “varyok dinlemez bir çocuk isteği” olabileceği gibi, “ne dersi!” diklenmesinde Ahmed Arif’in “Anadolu” şiirindeki “Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar/Haraç salmışlar üstüme/Ne İskender takmışım/Ne Sultan Murad” dizesini aratmayan bir inat bulunabilir.


Ünlem ile soruyu ayırmak niye? Ünlemin soru, sorunun ünlem olarak kullanılması ise akrabalıktan çok komşuluk, ondan da çok yoldaşlığa sayılır, omuz omuza vermişler, ‘sen olmazsan bir eksiğiz!’ deyip, ordu gibi harflerin, devlet gibi cümlelerin ve dahi sayfalar, kitaplar dolusu demeçlerin, nutukların peşine takılmakta bir an olsun duraksamadan yürüyüp gelmişlerdir!

Diyeceğim usul görünendeki inat, kararlı görünendeki öfkeyi aratmaz kimi zaman, o nedenle soru ile ünlemi birbirinden ayırmadan, aralarındaki dayanışmayı yabana atmadan ne dersi diyelim. Bazen tarihe diklenelim, dayatılan tarihe, icat edilmiş ve edilmekte olan geçmişe, parlatılan dönemlere, cilalanan muktedirlere soralım, bu tarihte halk nerede, kim efendi kim köle, kim bu cennet vatanda azınlıkların, dilsizlerin, susturulmuşların, katledilmiş, gönderilmiş, sürülmüşlerin malına mülküne konmuş, kim bu vatan uğruna şehit şüheda olmuş? Ne dersi ey tarih baba, belki de her şey senin anlattığının tersi diyelim!
Haritalara bakalım, coğrafyaya açılalım, bu nehirler hep böyle sessiz mi akar bilelim, resim gibi, yapıştırma mutluluk tabloları gibi, kanı bu sularda mı yıkadınız, canı bu sularda mı yolladınız diyelim. Hiç kederlenmedin mi gördüklerinden, dağlarından çığlıklar yükselirken, koyakların kanlıpınarlara dönüşürken, kentlerin kararır, gecelerin içine kapanır, penceren kör, evlerin sağır, sokakların dilsiz taklidi yaparken, zulmüyle abad olanlar şimdi olduğu gibi evvelce de genç kızların, gelinlerin gecesine, düşlerine çökerken ey coğrafya, acılar toprağı mı oldun, kavimlerini nereye saldın, kime sakladın, ne dersi bu, utanç dersi mi diye soralım!

Edebiyat, güzelyazı dersleri, en çok size gereksinim duyulduğu zamanlarda, coğrafyada tarihi mi gezmeye çıktınız demeyelim mi? Türkçenin yücesi ve ecesi Yunus Emre gibi, “Behey Yunus sana söyleme derler/ya ben öleyim mi söylemeyince?” diye sual eylemeyelim mi? Güzelyazı, zoryazıdır, zor zamanda yazıp konuşmazsan, ya ne zamandır deyip edebiyatı zorlamayalım mı? Sen ki her şeyin tanığısın, tarihin, coğrafyanın, hakikatin, insanın, halkın, tabiatın, geçmişin bugün olması, gözlerimizin önüne serilmesi, çoğun içimizi yakıp bazen de serinletmesi sendendir, sana kayıtlıdır, sende yazılıdır, İlhan Berk’in “Aşk” şiirindeki “Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar” seslenişi sanadır ey edebiyat! Karayazıyı güzelleştirecek, bu halkın alınyazısı demeyecek, korkmayacak, çekinmeyecek, direnecek misin edebiyat, ne dersin?

Dert gibi ders de çok! Geçiştirmeden, “işin kolayına kaçmadan ama”, tüm dersleri karatahta önünde sözlüye kaldırma zamanı! Hep, çoğu korkulu öğrenciler mi çekilecek sınava, “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni de sigaya çeker bir Molla Kasım gelir” diye uyarmayalım mı seni de ey edebiyat!
Dillerin bilgisi, dilbilgisi, dil dersi, diller susturulurken, sessizlikte boğulurken, kimse ağzını açamazken, İpek Ateş mahpus oğluna “Kamber Ateş nasılsın?”dan başka bir şey diyemezken, ana diliyle oğluna hal hatır edemezken sen de içine çekilirsen, harflerinle kelime oyunu oynamakla yetinirsen, bir dilin suskunluğunun bir halkın yokluğu olduğunu bilmezden, duymazdan, yazmazdan, söylemezden gelirsen yani, “dilleri var bizim dile benzemez” zenginliğinden dil fukaralığına düşmez misin ey dilini sevdiğim dildersi?

Ne dersi, ister ünlemle bitsin ister soruyla, daha neler neler var, daha ne dersler var çoğulluğu, coşkusu ve arzusuyla, yepyeni bir merak ve heveste uyansın, uyandırsın hep/imizi!

ANA DÜŞÜNCE Dünya bir sınavdır diyen, öte dünya kadar bu dünya dersine de çalışır.
YARDIMCI KİTAP Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana,(Dörtleme) Yaşar Kemal, YKY

Karşı Ders
DERSİMİZ Karşı
KONUMUZ Savaş, şiddet, kan...

“Şiirimiz karadır abiler!”, Ece Ayhan “Mor Külhani”sinde böyle der. Kara şiirimiz savaşa da karşıdır abiler, çocukların uykusundan, yaşlıların ikindisinden, âşıkların buluşmasından edilmesine, kedilerin köpeklerin korkudan deliye dönmesine, kuşların ödlerinin patlayıp gökyüzünden yağmur gibi yağmasına karşıdır, çünkü karaşındır. Dünya son yıllarda daha az güzel bir yer olsa da ‘yaşamaya dair’ sebeplerin bizi hâlâ burada tutmaya yetecek olmasına, parkların kederine, dostlarla güneşin sofrasına kim bilir bir daha ne zaman oturacağımızı bilememenin içimize oturmasına, tam işte ‘bahar geldi’ deyip, evlerin durulmazlığına dair harcıalem şarkıları, hercai menekşeler eşliğinde mırıldanmaya, “Olur mu böyle olur mu/kardeş kardeşi vurur mu/körolası diktatörler/bu dünya size kalır mı?” marşını sebebli sebebsiz ama daha çok da unutmamak için söyleme isteğine, ağaçların hüznünü sonbaharla bir tutan Attila İlhan şiirlerinin vaktinin geçer gibi olup hiç geçmeyişine, bunun şiirden mi sonbahardan mı olduğuna yoksa son romantiklerin ağaçlar gibi ayakta ölmesine mi bağlamak gerektiğini hoş bir soru olarak akılda tutmaya çalışmaya, unutursam ağaçtan yaprak düşer peki akıldan ne sorusuyla meyhaneden çıkmaya, yaşlandıkça her şeyin daha güzel gelmeye başlamasında da bir tür tazelik, turfanda duygusu bulmaya, ve bu duygudan olmak üzere parklarda, sahillerde oturan kendisi yaşındakilere yeni atanmış genç bir öğretmen gibi bildiği her şeyi satmaya, onların da yutmuş gibi gözüküp içlerinden kalenderilere mensup bir yerleşik gülüş taşıyanının “bak şu delikanlıya, büyümüş de küçülmüş!” demesine, olgunlaşma da olur kız sanat da, 80-90 kuşağından büyükannelerin enstitü arkadaşlarıyla çay kahve içmeye ‘kızlar buluşması’ adını vermesine, Egemen Berköz’ün yeni bir kitap yayımlamasının eskimeyen sevincine, adı Yalnızlık Tanımları olan kitabın içindeki uğultuya, nedense birden “Ve bugünlerde Melih’le ben/Aynı kızı seviyoruz” dizesinin Orhan Veli’yle değil, Sait Faik’le akla gelmesine, bu “Lüzumsuz Adam”dan yapılacak her alıntıyı her seferinde sanki ilk kez görüyormuşçasına güneşli bir şaşkınlıkla okumaya, Çakır’ı, durup dururken nerden geliyorsa geliyor işte yahu deyip “ne mübarek adam!” diye anmaya, ki öyledir, İzmir’in dağlarında çiçekler açmaya, Nazım Hikmet’in şiirinde mi yalnız, hasretinde, gözünde, rüyasında bademlerin çiçeğe durmasına, dostların karnı aç olduğu için menekşe parasına kıymaya, “Beyler bu vatana nasıl kıydınız”daki gözyaşının öfkeye karışıp kara bir bulut olarak yeniden göğe koyulmasına, komşunun evi de kardeşinin evi sayılıyorsa, ellerin armut toplasın taş toplayacağına, ‘savaşma seviş’ önerisinin ne güzel, ne doğal ve baştan çıkarıcı olmasına karşın, zalimleri, muktedirleri çileden çıkarmasına, ‘savaşma savuş!’ önerimi de kabul buyuracak birilerinin hâlâ var olduğuna, Birgün Mutlaka Şam’da kayısı tatmaya, Halep şehrinin yeniden şen olacağı umuduna, Lviv’de parkta kadınların ve çocukların pikniğine rastlayıp konuk olduğumuz için tıkabasa doyurmalarına ve gündüz gözüyle votkayla yeniden sarhoş olma arzusuna, Salih Bolat’ın da dolaşırken hep göğe bakmasını şimdi anlamaya ve havanın kar toplaması gibi Salih de şiir topluyormuş meğer diye buruk bir gülüşle anmaya, onun şiirindeki ağaçları duyup çiçekleri koklamaya, barışa buradan başlamaya, “bir kamyona yüklenmiş kemikler gibi götürülüyor talan edilmiş/mimoza ağaçları”nın ardından koşmaya, tam burada doğayla, yeryüzüyle barışık olmanın şiirine çalışan Sina Akyol’la geçen şen günlerimiz için üç kere: barışa barışa barışa!

ANA DÜŞÜNCE Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir barıştır!
YARDIMCI KİTAP Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok! Erich Maria Remarque, çev: Behçet Necatigil, Everest Y.