Göç artık seyirlik oldu. Önceleri üzüldük, acıdık, buna neden olanları kınadık ama hep bizden uzak olsun istedik! Bana gelmeyen göç bin sürsün, bin yıl sürsün! Öyle olmadı.

Yardımcı Ders Kitabı: 101 | İnsan, insanın yurdudur!

Göç Dersi
DERSİMİZ: Göç
KONUMUZ: Göçmenlik, mülteci olmak, sığınmacılar, ırkçılık

“Göz göz oldu” diye biliyordum, “Göç göç oldu, göçler yola düzüldü” imiş Erzurum türküsünün ilk dizesi. Bir başkası “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” diye başlar. Ses anıtımız Ruhi Su’nun Seferberlik Türküleri ve Kuvayı Milliye Destanı’nı dinleyin, gözleriniz dolar, daha da beteri içiniz dolar. Ama dünya doymaz, dolmaz da! Tarih de savaşlardan ve onların yol açtığı kırımlardan, kıyımlardan, kıtlıklardan, böylece göçlerden oluşmaz mı çoğun? “Şu dünyada üç nesneden korkarım” dizesiyle başlayan şiir, o üç nesneyi “bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm” diye söyler. O şiirin söylendiği zamanlarda göç yok muymuş, olmaz olur mu, vardır da göçü de ayrılık ya da yoksulluğa yoldaş kılmış olmalı söyleyenler.

Anadolu’daki “Büyük Kaçgun”ı okuduk tarih kitaplarında, 17’nci Yüzyılda Osmanlı’da ekonomik sıkıntılara, artan vergi yüküne dayanamayan köylülerin köylerini terk etmelerinin yanı sıra, devletin Celali İsyanlarını bahane ederek Alevileri kırmaya başlaması üzerine onlar da dağ köylerine, sarp yerlere yerleşirler. Yani bir ülkenin halkı, devletin baskılarından, uygulamalarından dolayı da göç edebilir. 1990’lardaki doğudan göçleri hatırlayalım.

“Bir Göçmen Sayılırım Şu Dünyada,” böyle uzunca adı olan bir şiirim vardır. Hem Türkiye’de hem de başka ülkelerde en sevdiğim kentler de melez, göçmen nüfusun ağırlıkta olduğu yerlerdir. Bir de Çingeneler, göç kavmidir, sanki yoldan yaratılmışlardır, yurtları da yoldur, göç de oyunlarıdır! Onlar göçmen de biz yerleşik miyiz? Yerli miyiz? Tek sevdiğim yerliler Kızılderililer, onları da ‘soluk benizliler’ yersiz yurtsuz etti zaten.

Göçün tarihini anlatacak değilim. Özellikle istenmeyen, zorunlu göçün. Evini, yurdunu terk etmek zorunda kalan, anılarını, çocukluğunu, arkadaşlarını, hayvanlarını değil yalnızca, yaşadığı yerin duygusunu, havada asılı kalan bir acı olarak bırakan göçmen, belki canını kurtarır ama yaşamının bir bölümünü adeta rehin bırakmak zorunda kalır.

Göç artık seyirlik oldu. Önceleri üzüldük, acıdık, buna neden olanları kınadık ama hep bizden uzak olsun istedik! Bana gelmeyen göç bin sürsün, bin yıl sürsün! Öyle olmadı. Asya’dan, Afrika’dan, Ortadoğu’dan Türkiye’ye, Orta Amerika’dan ABD’ye göçler yola dizildi. Bu açlar yola dizildi demektir. Yoksullar, yersizler, mülksüzler, umutsuzlar da çıktı yolculuğa, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin fetihçi iştahlarını kabartan Suriye’de savaştan, bombalardan, katliamlardan, Afganistan’da Taliban’ın şeriatçı rejiminden evini, çayını, çorbasını, ocağını bırakıp kaçanlar da. Mülteci mezarlığı haline gelen, göç denizleri Ege ve Akdenizde, Meriç’te tekneler dolusu batarken, boğulurken izledik. İnsanlığın onlarla battığı da metafor değildir, daha batacağımız da!

Araplar, Kürtler, Süryaniler, Ezidiler, Suriyeliler, Asyalılar, Afrikalılar, siyahlar, ezilmişler, Afganlar, kadınlar, yaşlılar, çocuklar dinmeyen siyah gözyaşları gibi, bitmeyen bir uzun yas gibi, dağlardan, çöllerden, yırtıcılardan, sıcaktan, soğuktan, geceden, açlıktan, yorgunluktan, her yerden, her çatlaktan hiçbir yerde olmamaya, hiç kimse olmamaya doğru gidiyorlar.

Ülkeler duvar örüyorlar, oysa duvar çoktan örülmüş gözlerimize, kulaklarımıza, kalplerimize, vicdanlarımıza, taş duvar kesilmişiz çoktan. Hiçbir şey yapamıyorsak onlar için, bari taş atmayalım! Ülkenin göçmen politikasını eleştirmek başka bir şey, gelen göçmenleri düşman bellemek, ırkçı ve faşist dile, saldırılara ortak olmaksa bambaşka! Buysa, katil olmak, soykırıma kalkışmak, cellatlık yapmaktan başka bir şey değil!

ANAFİKİR: “İnan insanın kurdu” değil, “insan, insanın yurdudur.”

(YARDIMCI KİTAP: Sığınmacı Devrimi, Derleyen: Marc Engelhardt, Çev: İlknur Aka, YKY, Temmuz 2020)

Soru Dersi
DERSİMİZ:
Soru
KONUMUZ: Merak, itiraz, eleştiri, yanıt...

İlk şiir kitabım Karşılığını Bulamamış Sorular Ocak 1982’de yayımlandı. Kitaptaki şiirlerden biri de “Şaşkın Bir Soru Nasıl Ayaklanır?” adını taşıyordu. Gençtim, her şeyden çok, soruların şiir yerine geçtiğini düşünüyordum. Ve belki yanıtların da şiir içinde bulunacağını. Oysa şiir de bir soru sorma yolu, biçimi, yöntemiymiş, geç öğrendim. Başka sorularla birlikte. Yanıtlar aldığım, bulduğum da oluyordu, ama her yanıtla birlikte yepyeni sorular geliyordu. Ne tuhaf şeydi şu soru!

Sonra işte büyüdüm! Ben büyüdüm ama benimle büyümeyen şeyler olduğunu fark ettim! Şiir sözgelimi, değişiyor, yeni biçimler kazanıyor, yeni kılıklarda geziniyor ama, yeni kitaplar ilk kitaptaki soruları yanıtlamıyordu, şiir mi desem sorular mı bir türlü karşılığını bulmuyordu! Anlaması zor değildi, yanıt var gibi görünüyor ama o yanıt da bir süre sonra yeni yanıtlara gereksinim duyuyordu. Öyleyse Zerdüşt Böyle Buyurdu diyen Nietzsche’den esinlenmeyle diyalektik böyle buyurdu dememiz gerekiyordu.

‘Hatasız kul olmaz!’ diye, yanlışlarımızla övünmesek bile, bağışlanma isteğimizi dile getiriyorsak, yanıtlarımızın da kısa sürede yanlışlanabilir, eskiyebilir olduğunu bilmeliyiz. Yanıtlar değil soru! Aldığımız yanıtlar ne kadar işimize yarayabilir? Hem bu kaygı hem de daha çoğu sorusuz yaşanmayacağı gerçeği bize bir şey gösteriyor: Hiçbir şey elde bir değildir, cepte değildir, dünyaya gelmek huzur bozucu bir şeydir! Dünyaya gelen bir daha huzur bulamaz, kim bilir belki dünya da bir huzurevi değildir!

Değildir, hatta “cehennem cehennem dedikleri” yerin dünya olması da kuvvetle muhtemeldir, ama nasıl ekmeksiz yaşanmıyor, umutsuz yaşanmıyor, aşksız hiç yaşanmıyorsa, sorusuz da yaşanmıyor işte! Disiplinleri, bilimleri sınıflandırırken, felsefe soru sormaktır deriz, matematik problem çözmektir, edebiyat kendini tanımaktır... Fena değilmiş aslında. Soru gibi. Müzik nedir sözgelimi?

Yalnızca felsefe mi, yaşam soru sormaktır, çoğunun yanıtı olmayan, olanların da hızla geçerliliğini yitirdiği sorular. Bütünüyle “Kuşkudayız” demek için, “İtirazım var” diye karşı çıkmak için, “Eleştiri haktır, yapmayan .......” diye dalga geçmek için, ve elbette meraklı turşucu gibi görünme pahasına da olsa soru şarttır. Eğitim şart, laiklik şart, soru sormak hepsinden şart!

Soru dersi olsa, ilkokuldan başlasa, eleştiren, gözleyen, itiraz eden, hakkını arayan, tartışan, külyutmaz çocuklar olsa, öğretmenlerine de, ailelerine de, sisteme de kök söktürseler. En çok da şakayla karışık ‘çan çan konuşuyor’ diye hafif yollu da olsa eleştirilen kızların sorularının ardı arkası gelmese...

20. yüzyılın Almanca dilindeki önde gelen yazarlarından Max Frisch oyunları, romanları, günlüklerinin yanında, yeni bir yazınsal tür olarak önerdiği ‘soruşturma’yı, ‘insan varoluşunun temel meseleleri’ üstüne kurguluyor. şünme edimini soru sorma eylemiyle kışkırtıyor.

Dostluk, ölüm, ahlak, umut, mizah, para, anayurt, teknoloji gibi 14 soruşturmada yüzlerce soru: “İdeoloji, anayurda dönüşebilir mi?” “Hangisinden daha çok korkarsınız: Dostunuzun yargısından mı düşmanınızın yargısından mı?” “Diyelim ki bir tanrıya inanıyorsunuz: Tanrının mizah duygusu olduğuna dair gördüğünüz bir işaret var mı?” Son zamanlarda en sık sorduğum soru. Memlekette, dünyada, tabii şimdi Afganistan’da. Doğaya da baksam yukarıya da bunun yanıtı olumlu değil ne yazık ki!

Bunu düşünüp üzüldüm ama, bir de umut var: “Umut olmadan düşünebilir misiniz?” Bunu okuyunca da umutlandım. Hatta sorular sormaya başladım, Seyhan Erözçelik’in çok esaslı bir sorusu vardı, onu hatırladım: “Asansör yapmasını beceremeyen bir millet nasıl yükselsin?” diyordu. Merdivenle de olurdu, sağlam olması kaydıyla.

Sorularla nefes alırız.

ANAFİKİR: Yaşam nedir? Yanıt: Sorudur!

(KİTAP ÖNERİSİ: Sorular, Sorular, Sorular, Max Frisch, çev: Ogün Duman, YKY, 2021)