Yaşasın Çocuklar

Bugün sizleri bir pencerenin kenarına davet etmek istiyorum. Bu pencere çocukların akıl dolu ve bir o kadar saf olan dünyalarına açılırken sunduğu manzarayla bizleri şaşırtacak. İçinden dolu dizgin geçtiğimiz çağın kusurlarını önümüze serecek. Kusurların kaynağının kimler olduğu gerçeği ise tüm çıplaklığı ile karşımızda duracak. Gıdamızı, havamızı, suyumuzu tüketmenin yanı sıra, değerlerimizi, özenli duyguları, sabrı, saygıyı, mutluluğu dahası çocukları ve dolayısıyla geleceği tükettiğimiz ‘kullan at’ çağda bizleri hayatlarımızdaki enkazları kaldırmaya davet edecek. Enkazların altından çıkmaya çabalayan birileri var. Sesleri duyuluyor!

Bahsettiğim pencere bir kitap; usta karikatürcü Behiç Ak’ın 2012 yılında yayımlanan Karikatür Kitabı’nın ardından hazırladığı ikinci kitabı YAŞASIN ÇOCUKLAR! Mizah ve felsefenin birleştiği kitapta bir ön söz yok. Onun yerine yazarın büyüdükçe kaybettiğimiz soru sorma merakımız üzerine ortaya koyduğu hüzünlü bir saptama ve sanatın işlevine yakışır bir umut var. Bugün her zamanki yazı formatımın dışına çıkacağım ve yazarına yönelttiğim sorular ve cevapları eşliğinde kitabın içeriğine dair ipuçları vermeye çalışacağım. Çocuklarımla birlikte neredeyse tüm Behiç Ak kitaplarını okumuş bir anneyim. On yaşındaki oğlumun kitabı okurken benimle paylaştığı düşünceleri etkileyiciydi. Karikatür aklının ve sunduğu vizyonun bir çocuğun düşüncelerini nasıl bir adım daha ileriye taşıyabildiğini gördüm. Çocukların toplum ve aile içindeki yerlerini, onlara biçtiğimiz rolleri, hak ve özgürlüklerini, doğa ve evren ile ilişkilerini sorgulatan, sanatın ve diyalog kurmanın gücünü hatta gerekliliğini hatırlatan kitabı yaratıcısından dinlemek istedim. Çocuk istismarının arttığı, suçların hukuk tarafından görmezden gelindiği, meslek etiğinden yoksun sözde bilirkişilerin gerçekleri çarpıttığı, adaletin sosyal medya üzerinden bir avuç insanca arandığı, hak arayışlarının bilgi kirliliğine dönüşebildiği bir ortamda kitabın hepimize akıl, fikir ve şifa vermesi diliyorum. Yaşasın Çocuklar kitabı çocuklar gerçekten yaşayabilsin diye kaleme alınmış. An gelmiş çocuğun iç sesi, an gelmiş isyanı ve haykırışı olmuş.

Siz de bu seslere kulak vermek istiyorsanız Behiç Ak ile söyleşimize buyurunuz

>> Yeni karikatür kitabınız uğurlu olsun. Çocuklarım kitabınızı benden önce okudular. Ardından ben okudum ve onlarla mizahınız üzerine sohbet etme şansı buldum. Size yönelteceğim soruların bir kısmı kitaptaki bazı karikatürlerinizin yarattığı doğal çağrışımlardan bazı sorular ise çocuklarımın merakından doğdu. Kitabın etkileyici bir girişi var. Buradan başlamak istiyorum. Ufukta görünen beton şehir ve yolun kenarına dikilmiş “Dikkat Şehirde Çocuk Var!” tabelası. Tabeladaki ifade kafesin içindekini, parmaklığın ardındakini ya da tehlike altında olanı hatta kendi alanına girene saldırmaya hazır bekleyeni çağrıştıran bir ifade aynı zamanda. Bu başlangıç ile Behiç Ak okurunu nasıl bir duygu-düşünce düzlemine davet ediyor?

Aslında şehirlerin çocuklar için de olduğunu hatırlatıyor bu karikatür bize. Ne yazık ki özellikle büyük şehirlerimiz artık çocuk dostu değiller. Hatta “Çocuk sevmez” şehirler. Çocuklara sokağa çıkma, evlerinin önünde oynama hakkı vermeyen şehirler. Neredeyse çocuklara sokağa çıkma yasağı var. Eğer hakiki bir şehirde yaşamak istiyorsak, şehirleri çocukların yaşayabileceği şekilde tasarlamalıyız. Çocukların yaşayamadığı, doğal olarak kent hayatına katılamadığı şehirler, sahici ilişkilerin gelişmesine olanak tanımıyor. Bir şehirde çocukların durumu turnusol kâğıdı gibi o şehrin ne olup ne olmadığıyla ilgili en açık fikri sunuyor bize.

Çocukların evlerinin önünde oynayamadığı, yürüyerek okullarına gidemediği şehirler topluma mutluluk vadedemez. Sokakların, meydanların, arsaların, parkların çocuklardan çalındığını düşünüyorum. Otomobil üretimi, sigara üretimi gibi, daha çok, az gelişmiş ülkelerin hayatını mahvediyor artık.

usta-karikaturist-behic-ak-tan-yeni-kitap-yasasin-cocuklar-sokaklar-cocuklardan-calindi-894289-1.

>> Mimarsınız. Mimar kimliğinizin yanında karikatürcülüğünüzle, yazıp resimlediğiniz özgün çocuk kitaplarınızla ve kaleme aldığınız tiyatro oyunlarınızla inşa ettiğiniz köklü bir sanat yaşamınız var. Geçmişte ilham verdiğiniz çocukların bir kısmı büyüdü ve şimdi belki kendi çocuklarıyla kitabınızı okuyacaklar. Değişen dünyanın kimi değişmeyen kusurlarıyla tekrar yüzleşecekler. Biz nerede hata yaptık diyecekler midir sizce? Kuşak aralığı daralıp değişim hızlanırken çocukların ve toplumun nabzını tutmayı nasıl başarıyorsunuz?

Belki de son yıllarda en çok kirletilmiş kavramlardan biri ‘değişim’. Egemen sınıfların yeni ortaklarıyla kurdukları ideolojileri “değişim” olarak sunması Tarihin bir sınıf tarafından özelleştirilmesi anlamına geliyor. “Artık dünya değişti o eskidendi” klişesi teknolojik birkaç yeniliği alt sınıflar üzerinde baskı aracı olarak kullanması, hiçbir şeyin halkın isteklerine göre değişemeyeceği fikrini sabitleştirmeyi olanaklı kılıyor. “ileri” Teknolojinin kendisinin bir yaşam felsefesi gibi kabullenilmesi, “gerici” bir yaklaşım şüphesiz. İnsanın yaşamı deneyimleme, kendine içkin sonuçlar çıkartma, edindiklerini sorgulama, yaşam felsefesi, aforizmalar üretebilme kabiliyeti önünde konformist bir engel. Teknoloji kullanılırken, bizi kullanıyor oysaki. Teknolojiyi kullandığını zannedip, tuşlardan biri haline dönüşmek, çağımız insanını karikatürleştiriyor.

>> Karikatürlerde tercihlerine değer verilmeyen, birer proje olarak görülen, bilinmeyen geleceğine büyük yatırımlar yapılan çocuklara da dikkat çekiyorsunuz? Toplumu oluşturan fertler hak adalet arayışıyla ağacıma dokunma, okuluma dokunma, hukuka dokunma gibi pankartlar açarken küçük bir çocuğun “bana dokunma” yazılı pankartı her şeyi bir anda özetliyor. Çok derin bir anlam taşıyor. Yalnız fiziksel değil, duygusal ve düşünsel bir pranganın, baskının yansıması. Bir zamanlar kendisi de çocuk-genç olan Behiç Ak ne olmak istediğine kendisi karar verebilmiş olan şanslı çocuklardan mıydı? Yeteneklerinizle ilgili farkındalığınız nasıl oluştu? Aileniz sizi ne şekilde yönlendirdi?

Annem ve babam eğitimciydi. Çocukluğumda evde baskı gördüğümüzü hatırlamıyorum. İlerisi için yapılan stratejik planlara uydurularak biçimlendirilmiş bir çocukluk yaşamadık. Sadece çocuktuk ve oyun oynuyorduk. İlerde ne olmak istediğimizin söz konusu dahi edilmedi. O ileriye dair bir istekti. O zaman gelince kendi kendimize karar verecektik nasıl olsa. Mesleğe hazırlanayım derken çocukluğumun çalınmasını yaşamadım, neyse ki. Babam karikatür seven bir insandı. Çizerliğin önemini ondan aldığımı sanıyorum. Hikâyenin önemli olduğunu zaman içinde kendim keşfettim. Çizmek ya da küçük hikâyeler karalamak çocukluğumun zevkleri arasındaydı. Ama çoğunlukla büyük bir iştahla başladığım bir hikâyeyi ya da çizgi romanı tamamlayamazdım. Bu bitirilmemişlik hissini daha sonra çok değerli bulmaya başladım. Belki de bu hissi değerli bulduğum için bir türlü bitirmemeyi tercih ediyordum. Bir hikâyeyi bitirmek, diğerleri gibi olan bir şey yapmaktı. O zaman kendi önemimi sorguluyordum. Tamamladığım hiçbir şeyi beğenmiyordum. Galiba edindiğim en önemli bilgi buydu. Yeteneği öne çıkaran çalışmaları küçümsemeyi biliyordum çocuk yaşta. Onlar bitmiş, ölmüş işlerdi. Kendileriyle sınırlıydılar. Yeteneğin ilgiyi öldürdüğü durumlara, beceriksiz ama ilgili olmayı tercih ediyordum. Günümüzün proje çocuk kavramı, çocukluğu yetişkinlik için rasyonel bir süreç haline dönüştürmeyi hedefleyen dolayısıyla çocukluğu erteleyen bir kavram... Çocukluğun ertelenmesine alışmak, yetişkinlikte de yaşamın ertelenmesine alışmakla eş değer. Ölünce elinde iyi bir CV’si olmasını isteyen insanlar yaratıyor.

usta-karikaturist-behic-ak-tan-yeni-kitap-yasasin-cocuklar-894311-1.

‘-MİŞ’ GİBİ YAPANIN ARKASINDA FELSEFESİZ İNSAN VAR

>> Bu soruya karikatürlerinizden birinin çaktığı kıvılcım demeliyim? İçinde çocukların olmadığı bir dünya nasıl olurdu?

Bu yaşadığımız gibi bir dünya olurdu... Bugün çocukların sadece iyi bir tüketici oldukları zaman değer gördüğü bir dünya var. Çocukların değer gördüğü bir dünya en azından çevre sorunlarına çok daha duyarlı bir dünya olurdu.

>> Yine bir karikatürünüzden yola çıkarak sormak istiyorum. “Ölçülebilir olmayan şeylerin eğitimini” biraz açabilir misiniz?

Eğitimin deneysel bir yanı var. Çocukları deneyin nesnesi haline getirmek değil tabii söylemek istediğim. Onlara kendi eğitimlerini deneyimledikleri bir ortam sunabilmek. Eğitim genel bir konu olsa da, her zaman için kişiye yönelik bir süreç aynı zamanda. Herkesin alabileceği bir genellikle sınırlı kalan eğitimi, ölçülebilir hale getirmek mümkün. “100 sorudan 98 ini yapmak, 350 yeni kavram öğrenmek” gibi cümleler kurabiliriz rahatlıkla. Ama eğitimin en özellikli yanı, kişiyi kendi kendini eğitebileceği otodidakt bir ortam sunabilmesi. Bu da kişiden kişiye değişebilen deneysel yanı ağır basan bir eğitim, kuşkusuz... Burada ortalama insan yok, felsefe yapan, buluşlar geliştiren, yeni fikirler üreten insanlar var. Türkiye gibi eğitimden ne beklediğin çok bilmeyen ülkelerde, eğitim adeta orada olmayan, eğitimci ve öğrenci olmayan üçüncü göz için yapılıyor. Bu gözü kandırmak da öyle kolay ki. O yüzden öğrencisinden, öğretmenine herkes “miş gibi yapmayı” iyi öğreniyor. Büyüyünce de bu eğitim meyvelerini veriyor! Politikacıdan, çalışanına, sanatçısından, öğretmeninden, gazetecisinden, tiyatrocusundan, psikoloğundan, mimarına çoğunluk bu üçüncü gözü kandırmakla meşgul. Yani “miş gibi” yapıyor.

Miş gibi yapmanın arkasında özgün fikirleri olmayan felsefesiz, hayatını ölçülebilir şeylerle doldurmuş insanlar var. Bu insanlar günde kaç adım attıklarını, dövizin ne kadar getirdiğini, ilişkilerinin kaçıncı gününde olduklarını, kaç tane ülkeye gittiklerini falan biliyor. Yeni çıkan cep telefonuna sahip olmayı ilerleme zannediyor. Ama kendilerine has özgün fikirlere asla sahip olamıyor. Bu işte sistemin istediği insan tipi. Özgün insanlar ise çok tedirgin edici bulunuyor. O yüzden sistem tarafından ölçülebilir olmayan eğitimin asla boş bırakılmaması gerekiyor. Basma kalıp fikirler, ahlaki kalıplar, boş öğütler, uydurulmuş özdeyişler bu alanın olmaz ise olmazı haline getiriliyor. İşte size çağdaş eğitim!

>> Kediler Behiç Ak öykülerinin ve çizgilerinin olmazsa olması. Ve mutlaka hikayeleriniz yerelden evrensele uzanıyor. Kitapta bu iki unsur gerçekliğini koruyor. Bir de gerçekleri hacklemek gibi tabir kullanmışsınız. Gerçekler nasıl hacklenir? Kitabınızın işlevlerinden biri bu olabilir mi?

Kitabımın işlevi var mı bilmiyorum. Ama politikanın o kadar uzak ve erişilmez olmadığını gösterdiğimi söyleyebilirim. “Aslında Gerçek yok” diye diye özgürleştiğini zanneden kuşaklar, kendi gerçeklerinin ellerinden alınmış olduğunu fark ettiler ama iş işten geçmiş oldu. Artık başkalarının kurguladığı sanal bir âlemde yaşamak zorundalar. Bu âlemde onlar kendilerini beyaz yakalı zanneden prekaryalar. Tam zenginlikleri paylaşmaktan vazgeçip, nöbetleşe yoksulluğu kabul etmişken, kendi yoksulluklarının nöbetçisi haline dönüşmüşler. Sınıfların yerini kuşakların aldığını zannedip, Z kuşağının kendilerini kurtarmasını bekliyorlar.
Kedilerden öğrenecekleri çok şey var. “Zaman o kadar da geçmedi. Sen de ilerlemedin. Toplum da. Ben buradayım, miyav.”

usta-karikaturist-behic-ak-tan-yeni-kitap-yasasin-cocuklar-sokaklar-cocuklardan-calindi-894290-1.

KORKMAMAYI ONLARDAN ÖĞRENMELİYİZ

>> Nerede olduğunu bulmak için kitap okuduğunu söyleyen küçük kız detayı da şahane! Kitap günümüzde hala bir kült, kitap okumak bazı insanlar için gereksiz ya da zül. Peki neden? Bu "memleketin paradigmalarını değiştirmemiz" neden bu kadar güç?

Paradigmaları değiştirmenin güç olmasının nedeni, değiştirmenin çok kolay olmasından kaynaklanıyor. Barış yapmak, eşitlikçi bir dünya kurmak hiç de zor değil. “Yok abi burada olmaz” söyleminin üretilmediği toplumlar yaratmak bir ütopya bile değil. Bu dünyadaki egemen sınıfların en büyük korkusu, eşitlikçi bir toplumda yaşamak! Bunu yaşamaktansa dünyanın yok olmasını bile göze alıyorlar. Ortak değerler, ortak çıkarlar, dayanışma en korktukları şey. O yüzden alt sınıfların sürekli birbirleriyle meşgul olmasını sağlayacak argümanlar, çatışmalar üretiyorlar. Kimlik çatışmaları, din savaşları, bunların başında geliyor. Eşitlik kavramını hep özgürlük ve Demokrasi karşıtı bir şey olarak sunuyorlar. Oysa tam tersi, her bireyin eşit hak ve olanaklara sahip olarak saygı görmediği bir toplum asla özgür ve demokratik olamaz. Tam tersi eşitlikçi olmayan toplumlar her şeyi aynılaştırır. Farklılıkları yok eder. Zincir mağazalar, aynı kafelerin olduğu meydanlar, aynı fikirleri savunan insanlar, hep eşitsizliğin kol gezdiği yerlerde palazlanır. Eşit olanaklara sahip saygın birey farklılaşmaların insanıdır. Sürünün bir parçası değildir. Çok kültürlülük gibi sunulan mono kültürleşmeye yüz vermez. Kendi paradigmalarını yaratmakla meşguldür o.
“Birey olmak” toplumsal bir bakış açısının oluşturduğu bir kavramdır. Kendi çıkarlarını yeri geldiğinde fikirleriyle etkisizleştirmeyi başaramayan insanlar birey olamaz. Çıkarları için yaşayan insanların fikirleri olamaz. Birey ise çıkarları için değil fikirleri için yaşar.

>> "Sevgi yoluyla geçirilen korkular" ifadesinin kitabı okuyan bir ebeveyni yakalayıp sarsmaması neredeyse imkânsız. Müzik aleti çalan arkadaşını göstererek benimle kutuplaşmıyor diyen çocuğun haykırışıyla ışıldayan mizah kusursuz. Kursa gitmeden bal yapmayı öğrenen arılar örneği bilgece. İki çocuğun diyaloğunda kapitalizm eleştiriş yapmak ustaca. "Dünyayı mahvedip kendini kurtaran bizler" çocuklarımızın dünyayı kurtarmasını istiyoruz? Bu mümkün olacak mı?

Çocuklardan dünyayı kurtarmasını istememiz, aslında dünyanın kurtulmasını gerçekten istememizden kaynaklanıyor. Yani konuyu biraz daha ertelemek istiyoruz. “Bu dünya bizim değil, biz bu dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldık,” türünden sevimlilikler yapıp, kendimizi aklamanın yollarını buluyoruz. Lafın doğrusu “Bu dünya bizim değil onu çocuklarımızdan çaldık!” olmalıydı. Çünkü benim tanıdığım çocuklar bu kadar gözü dönmüş yetişkinlere dünyayı ‘ödünç’ falan vermezler. Çocukları sevdiğimiz için korumaya çalışıyoruz elbette. Korumaya çalıştığımız için onlara korkularımızı aşılıyoruz. “Bizim korktuğumuz şeylerden korkarlarsa onlar da korunurlar,” gibi bir inancımız var. Korkular öğrenilen şeyler. Kendi korkularımızı onlara öğretmek yerine biraz da onlardan korkmamayı öğrensek hiç de fena olmayacak.