İklim krizi birçok siyaset için merkeziyet kazanırken, sermayenin ‘yeşil yatırımlar’la krizi fırsata çevirmesi sonucu derinleşecek sorunlara veya ortaya çıkabilecek yeni türden çelişki ve çatışmalara karşı hazırlıklı olunması gerektiği konusundaki uyarılar da önem kazanıyor. İki ay kadar önce buraya taşıdığım makalesinde Nancy Fraser, solun çevre-aşırı ekopolitik bir sağduyu geliştirmesinin önemine işaret ediyordu. Fraser, çevreci kılığında süren toprak çitlemenin yeni biçimlerinin, iklim rejiminin piyasa merkezli ve sermaye dostu kalmasını sağlamayı hedeflediğine dair uyarıyordu. Sermayenin bu türden hamlelerinin, gerek emek süreçleri gerekse de kırsalın ve kentlerin yönetimine dair bir dizi sorunu derinleştirmeye ve büyütmeye yarayacağı ilk bakışta karşımıza çıkacak sorunların bazı boyutları olarak düşünülebilir.

***

Sermaye hareketlerinin olası etkilerini daha iyi görebilmek için küresel ekonominin yönelimini ve bunun yerel anlamlarını ayırt etmek, irdelemek gerekiyor. Yeşil olacağı vaadiyle toplumun ikna edilmeye çalışıldığı dönüşüm sürecinde, emeğin yeniden nasıl çitleneceğine ve piyasanın toplumsal kontrolü nasıl sağlayabileceği üzerine düşünmek gerekiyor. Elbette, bu spekülasyona izin vermeyecek politikaların geliştirilmesi, tüm bunları gören etraflıca bir tartışma sürecini de gerektiriyor.

***

G7 zirvesinde de dile getirilen karbonsuzlaşma politikaları burada önemli bir tartışma başlığı olarak kendini gösteriyor. Yeşil yatırımlar biçiminde çerçevelediğim sorun “yeşil işler” ve “adil geçiş” gibi adlandırmalar etrafında sürüyor. Buna göre adil geçişi sağlayacak yeşil işler, sermayedarların iklim krizini çözmek için öne sürdükleri ve yüksek maliyetli olan kömür santrallerinin kapatılması gibi süreçlere dayanan karbonsuzlaşma politikaları ile birlikte ortaya çıkacak işsizliğe bir çözüm olarak sunuluyor. Buradaki temel çelişki yeşil yatırımların iklim krizinin önemli bir etkeni ve ekoloji hareketlerinin de birincil gündemi olan ekosistemin sermaye tarafından kâr elde etme anlamında bir verimliliğin kaynağı olarak kullanılan projeleri kapsıyor olması.

***

Geçtiğimiz hafta düzenlenen “Türkiye’de Madenciliğin Politik Ekolojisi” başlıklı webinarda sunum yapan Aykut Çoban da buna değiniyordu. Karbonsuzlaşma sürecinde işsiz kalanlara iş yaratılacağı, tazminat verileceği, emeklilik hakkı verileceği ya da mesleki eğitim verileceği biçiminde tarif edilen adil geçişin, yapısal sorunlar olan toplumsal eşitsizlikler ve ekolojik adaletsizliklere yanıt veremeyeceğini söylüyordu. Dahası Çoban, bunun, kapatılacak madenlerde çıkabilecek ayaklanmaları önlemeye yarayabileceğini söylerken ekosistemin tahribatına dayanan yenilenebilir enerji yatırımlarının, yeni istihdam alanı olarak tarif edilmesi sonucunda ekoloji mücadelesi ile yeşil işlerde istihdam edilecek işçileri karşı karşıya getirebileceğine dair uyarıyordu. İşçi sendikaları ve çevreci kitle örgütlerinin şimdiden olumlu yaklaştığı gözlemlenen bu yeşil işlere karşı, emek ekoloji mücadelelerinin hazırlıklı olup kendi programını oluşturmasının önemine işaret ediyordu.

***

Tüm bu tartışma sürerken, Antalya’nın Korkuteli’ne bağlı Dereköy Yaylası’nda bir kömür madeni açılmaya çalışıldığını da unutmayalım. Yöre halkının, köylülerin madene karşı aylardır mücadelesini sürdürdüğünü ve Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün “ÇED kararı gerekli değildir” demesi üzerine kadınların dava açtığını da… Köylü kadınların, kömür madeni açılması planlanan bölgedeki sudan beslenen kayısı ve kirazları üreterek geçimlerini sağladıklarını da. Nihayet bunlar bana Soma havzasında yaşanan dönüşümü anımsatıyor. Tütün üreticilerinin madenlerde çalışmaya sürüklenmesiyle ortaya çıkan işçileşme sürecini yani. Fraser’ın da Çoban’ın da dediği gibi hazırlıklı olmak için geçmiş deneyimlere de bakmak gerekli görünüyor.