Payımıza düşen taziyelerin içinden geçen bir ömürmüş meğer. Bir ağız vişne dolusu gülebilirdik oysa. Cinayetler, katliamlar ülkesi olmazdık o zaman. Siyasi cinayetlerde “cezasızlık” olgusunun yerine gerçek anlamıyla “yargılama” sağlanabilseydi ezber ettiğimiz bir hikâyenin içine gömülmezdik.

Yine 2 Temmuz

Yirmi yedi koca sene geçmiş o karanlık günün ardından. Her şey dün gibi oysa. Tatil günü… Okullar yeni kapanmış. Sabah yeni uyanmışım. O zaman cep telefonu ne gezer? Sivas’tan babam telefonla aramış. Hafta sonu etkinliğin iptal olduğunu, Ankara’ya erkenden döneceğini söylemiş. “Hoşça kal Babi” deyip kapatmışım telefonu. Çoook sonra Sivas’ta olaylar olduğunu öğrenmişim. Televizyondan olan biteni takip etmeye çalışmışım… Derken akşam haberlerinde Madımak Oteli’nin yakıldığı söylenmiş. Annemle bilgi alabilmek için oradan oraya koşturmuşuz. Gece haberlerinde ise dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nun açıklamasından ölenlerin arasında babam Behçet Aysan’ın olduğunu duymuşum… İşte o anda kilitlenip kalmışım. Spiker, “Sayın Bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi başka kıymetli şair ve yazarlarımız var mı?” diye sormuş. Bakan, birkaç saniyelik susuştan sonra “evet” yanıtını vermiş. Benim küçük bedenimi ise bir titreme sarmış.

Zaman, hileli bir zar gibi. Bu süre içinde her yıl yasımla özdeşleşen bir göreve dönüştü yazmak. Ama ilk defa yazının derdime derman olamadığı bir dönemin içinden akıyorum. Çaresizim. Üstelik bunun bir duygu değil, soğukluğunu gün gün ağırlaştıran bir gerçek olduğunu biliyorum. Birileri benden çok önce bu gerçekle karşılaştı, birileri bunun farkında değil, birilerinin 'çare' diye başvurduğu şeyse bana çok yavan geliyor.

“Önce ekmekler bozuldu” demişti Oktay Akbal abimiz. Neler yaşadık, neler gördük; unuttuk tökezleyen, kararan, sararan her şeyi. O yüzden yalnızca kendi acımızdan söz açmak; ne yalan söyleyeyim ayıp geliyor. Tanıdığım herkes kalbinde derin bir sızıyla dolaşıyor. Kıyaslanan, ötekileştirilen, bir tarafça kutsallaştırılan öldürümleri değil bütün öldürümleri içimde taşıyarak yazıyorum bu satırları. Başbağlar Katliamı’nda yavrusu öldürülen bir ananın gözyaşından taşıyorum. En iyi biz anlarız birbirimizi. Bir tek bunu biliyorum.

Kafka ile yakılmış bir şair ne konuşur?

Farazi bir dünya kurmayı başarsaydım, babamla Kafka’yı buluştururdum mutlaka. Biri şair, diğeriyse “Dava” romanının yaratıcısı. Bilmediği bir suçtan yargılanan Joseph K. üzerinden, gerici saldırı sonrasında yakılmış bir şair ne konuşurdu acaba? Hem de bugüne bakarak. Belki de her şeyden vazgeçip bilimkurguya sığınırlardı. Şu korona günlerinde zaten elimizde avcumuzda ne kaldı? İşte bizler o bitmeyen davaların hayat sanığı olduk. Mahkeme kapılarına aşinalığımız ise başkadır. Bizi savunanların ise Ankara girişinde mahrum kalması ayrı bir gözyaşıdır.

Kazancakis’in o meşhur “Zorba” romanında hayattan beklentilerini olabildiğince azaltmış bir entelektüel bir süreliğine ruhunu dinlemek için Girit’e gider. Kendisine ait linyit kömürü madenleriyle cebelleşirken karşısına “Zorba” çıkar. Ve onun kulağına bir gün, “İnsan zorlayıcı olurken bir yanı zorba olmak istiyor, hayatı yaşamak istiyor kısacası...” sözünü fısıldar. Hayatı tüm iliklerine kadar yaşamak, aşkla, sevdayla, tutkuyla, arzuyla harmanlamak kolay değildir. Bizim gibi ülkelerde ise yaşamak ve insanca yaşamayı savunmak ise bedel ödemekten geçer. Ne acı ki... İnsanca yaşam haber alma hakkıyla da bağlantılıdır.

Yarım kalan hüzün

Bir ortaçağ karanlığının topluma sunduğu, hâlâ o karanlığın isinden kurtulamadığımız bir yangın, katliam ve linç vahşetinde babamı yitirdim. Yaşasaydı belki sayısız şiire imza atacak, istediği romanı yazacak, bir yandan da hekimlik mesleğini sürdürecekti. Bir insanın kaybını şüphesiz ölümün katı gerçekliği içinde düşününce çaresizlikle bütünleşebileceğimiz bir sarmalda kayboluruz. Oysa toprak altına giden yalnızca beden değil, onun biriktirdiği değerler, entelektüel bakış, bilgi, yaratıcılıktır da. Açık konuşmak gerekirse hayatım boyunca babamın yaşam hakkının ihlali sonucunda yapacaklarının yarım kalmasının hüznünü atlatamadım. Çocuk yaşımdan bu yana acımı hafifletmek için çok şey yaptım. Sırtıma çantamı alıp uzaklara, başka ülkelere de gittim. Hayatta bir anlam bulacak kadar zeki hissediyorum kendimi. Şehir sözlüğündeki kıvraklığın ne olduğunu kestirebiliyorum. Ama onun bende bir şey değiştiremeyeceğini biliyorum. Çünkü kardeşim Zeynep de ben de, babalarımız yakıldığından beri ne kalbimizi soğutmayı başarabildik ne de yaşadığımız coğrafyada siyasal İslam’ın palazlanmasının önüne geçebildik.

Payımıza düşen taziyelerin içinden geçen bir ömürmüş meğer. Bir ağız vişne dolusu gülebilirdik oysa. Cinayetler, katliamlar ülkesi olmazdık o zaman. Siyasi cinayetlerde “cezasızlık” olgusunun yerine gerçek anlamıyla “yargılama” sağlanabilseydi ezber ettiğimiz bir hikâyenin içine gömülmezdik.

Ne acı ki, bize dayatılan hikâyede, hak ve hukukun ayaklar altına alındığı o duruşma salonlarını, öfkeye ve umuda kesmiş haykırışları duyduk. O sözlerde yıllardır kırmızı bültenle aranmasına rağmen yakalanamayan, hatta onlara ehliyet, evlilik cüzdanları verilen tetikçilerimizin umursamazlığını duyduk. Bugün bu umursamazlık gazeteci tutuklukları üzerinden devam ediyor. Bizim sesimizi, nefesimizi bir kere de onların üstünden çalmaya çalışıyorlar. Barış Pehlivan’ı düşünüyorum mesela. İçim eziliyor.

Ey babalarımızı yakanlar, katiller, onların işbirlikçileri ve işverenleri… Yıldönümünüz kutlu olsun! Radikal İslamcılarla her türlü çıkar işbirliğine giren yapılar… Sizin de kutlu olsun yıldönümünüz! Tek bildiğimiz, inadına, bir gün, son sözü söyleyecek taraf olacağız.

Bir gün bizler babam Behçet Aysan’ın “Yarın diye bir şey var” şiirini haykırarak söyleyeceğiz!

Çünkü “Bilirim yarın diye bir şey var/ çeliğin su katılmamış yanı / ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek/ bir yanı var ömrümüzün/ belki bir gün gülecek…”