Kalbimize yerleşen sıkıntıyı bir karabasan gibi ömrümüz boyunca taşıdık. Yorulduk, bunaldık ama hayatın acemisi olmaya devam ettik. Başımıza örülen onca çoraba rağmen özgürlük düşlerimizden vazgeçmedik. Her defasında duvarlara toslarken sunulan sahicilik yitimini ezber etttik. Çünkü biz bu kadar kötülüğü hak etmedik. Öldürülen yakınlarımızın, tanıdıklarımızın mezarlarının başındayken birbirimize verdiğimiz sözler havada asılı kaldı, aşındı. Yine de sorular sormaya devam ettik. Farklı sorularımıza rağmen, cevap alamadığımız için, sorular biriktirme konusunda hüner sahibi olduk. Bir kere daha “çok güzel yenilmemek adına” inatla yeni başlangıç kapılarını çalmak için seferber ettik kendimizi. Ama her yeni girişim edindiğimiz onca tecrübeye rağmen iflas etti. “Yenilenler”dik şüphesiz. En azından kimi iktidar odaklarınca öyle tanımlandık yıllarca. Belki de arkamızdan güldüler, dalga geçtiler, alay ettiler.

Onlar bizim çokluğunu bile telaffuz edemeyeceğimiz yeşil banknotların üstünde oturuyorlardı. Çeklerini, senetlerini tahvil ederlerken, kirli ilişkilerini olanca sarihliğiyle yaşarlarken, yatlarında zenginliklerini magazincilere sunarlarken çıkarları asla ve kat’a çatışmıyordu. Her şey paraydı, para… Bizse hakikatin ne olduğunu öğrenmek adına hep aynı yerde duruyor, bir şeyleri ortaya çıkartmak için tanık arıyorduk. Zihnimiz sağlıklıydı, berraktı, öğrenmeye hevesliydi. Ama onlara göre sağlıklı değil aciz insanlardık aslında. Acizliğimiz verecek tek bir canımız olmasından kaynaklanıyordu. Başka da bir şeyciğimiz yoktu.

Bir şeyleri oraya koymak adına yazmaya karar verdik. “Buradayız” dedik. Ölülerimiz yaşasın istiyorduk. Muazzam savaşçı olan sözcüklerin geleneğini sürdürmeye adadık ömrümüzü. Yakılan şairlerin, öldürülen gazetecilerin, aydınların çocuklarıydık. Onların yolunda giden, vicdanını tapu senetlerine mahkum etmemiş olanları da ablamız, abimiz, kardeşimiz belledik. Bir kan bağına gerek yoktu. Her biri kavramsal ve siyasi ustalık taslayanlar değil, “gerçek” adına ömür tüketenlerdi.

***

El ele verip onların gittiği yolu bir parça da olsa genişletmek gibi masumane bir çabamız vardı yalnızca. İktidar değil özgürlük odaklı, “ben”i tapu kılmadan, yeni bir başlangıç yolu aradık. Bu kapkaranlığı yırtacak çıkış kapısına nasıl ulaşılır, diye gece gündüz düşündük. Önümüze dikenler konuldu, kaldırmaya çalışırken ellerimiz kanadı. Adalet adına büyük setlerle karşılaştık, davalarımız düşürüldü. Her defasında “cezasızlık” olgusuyla yeniden karşılaştık. Bir tek mezarlarımızı korumaya mahkum edildik. Onu bile sağlayabilmek özel bir çaba gerektiriyordu.

Tarlalarda hiçbir şeyden habersiz çiftçiler, fabrikalarda çalışan emekçiler, saat sekiz ile akşam beş mesaisi arasına hayatları sıkışan memurlar, iki satır için yargılanan gazeteciler… bir zerre de olsa, size ulaşabilmek adına konuştuk, yazdık, çizdik. Acıda değil hayatta ortaklığı kuralım dedik. Şükrü Erbaş’ın işaret ettiği, “Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz,/biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz”un alanından çıkmak için aklımızı dinledik. Ama yine de sıkıştık bir köşeye. Vicdanlarımıza çekildiğimiz şu günlerde içimiz sızım sızım sızladı. Yıllardır, açığa çıkarılması için haykırdığımız kirli ilişkilerin bir mafya liderinin ağzından ifşa edilerek gün yüzüne çıkmasından utanç duyduk. Tarihe tanıklığımız bir kere daha böğrümüze oturdu.

***

Yıllar yıllar önceydi. Yine siyasi cinayetlerdi konumuz. Bir panelde konuşmacılardık. Muammer Aksoy ailesi adına oğlu Işık Aksoy, Musa Anter ailesi adına Dicle Anter, Turan Dursun ailesi adına Abit Dursun, Uğur Mumcu ailesi adına Beyhan Mumcu... Ben de babamla ilgili olarak konuşmacıyım. Yanıbaşıma İlkay Hanım oturdu. İlkay Adalı... Kutlu Adalı’nın eşi. Henüz eşinin ölümü yeniydi. Sesi titreyerek yaşadıklarını anlattı. Çok etkilenmiştim ondan. Sonra uzun uzun konuştuk. Kutlu Adalı’nın “Yaseminlerimi Geri Verin” kitabını hediye etti. Adada bu kitap, yasemin hareketinin başlangıcı olmuştu.

Şimdi aklımla kalbim arasında gidip gelirken, bunca yaşadıklarımız ortadayken, sığlaştık, tüketildik, azaldık. Önceki gün bir TV programında dört gazeteci, üç saat boyunca Uğur Mumcu’nun adını yalnızca bir kere geçirirken Doğan Öz’ü neden öldürdüklerini bir kere daha anladım mesela.

Bir savcı aranıyor, deniliyor. Oysa bu işlere bakacak savcı mezarda yatıyor!

Açık değil mi her şey?

Zalimi keşfeden mazlumdur.