Ücret sendikacılığından sınıf sendikacılığına geçiş bile yeterli olmaz. İşçi sınıfı siyasi alanı da doldurmak üzere örgütlenmek zorundadır. Sosyalist Güç Birliği ve onun buluşturduğu siyasi partiler bunun için vardır.

1 Mayıs - 14 Mayıs kavşağında işçi sınıfı
Fotoğraf: BirGün

İşçi sınıfını geniş anlamda kullanıyoruz. Üretim sürecinde olan mühendisler dahil tüm ücretli kesimleri kapsayarak. Memurları da bu geniş tanımlı işçi sınıfı içine katarak. Elbette bu sınıfın emeklilerini de. Çünkü tüm bu ücretli kesimlerin kaderleri uzun süredir ortaklaştı.

FİLMİ GERİYE SARMAK ŞART

Türkiye’de işçi sınıfı son 40 küsur yılda iki kapsamlı IMF programı ve bir pandemi atlattı. Birkaç ekonomik krizi de buna dahil etmeliyiz. Bu, iki kuşak işçi sınıfı demek. Biriken deneyimlerin ne kadar aktarıldığı ayrı mesele.

Birinci IMF programı 24 Ocak 1980 Kararlarıyla geldi. 1970’lerden örgütlü gelen işçi hareketine uygulanabilmesi için devlet şiddeti (sıkıyönetim artı yargı artı yasama şiddeti) şarttı; gereği de 12 Eylül’de yapıldı. İşçi hareketinin kolu büküldü. Keza tarımsal üreticilerin de. Tarihin en düzgün (1977) gelir dağılımından 1980’lerin hemen ilk yarısında en bozuk gelir dağılımına ulaşılmıştı bile. Şiddetin dozu yüksekti: Devrimciler, sendikal hareketinin liderleri hatta merkez sağ-sol siyasetçiler bile tutsaktı. Sermaye temsilcileri ise bayram yapıyordu. 

1980’lerde uygulamaya konulan program, yerli sermayenin o günkü taleplerini dahi aşıyordu. Mesela KİT’lerin özelleştirilmesi konusunda, o zamanki TÜSİAD Başkanı Ali Koçman, “Türk özel sektörünün KİT’lerin mülkiyeti üzerinde hiçbir emeli yoktur” (TÜSİAD’ın Görüş Dergisi, Şubat 1982) yaklaşımındaydı. Aslında itiraf ettiği şey, büyük sermayenin dahi büyük kamu kuruluşlarına talip olabilecek bir sermaye birikimine sahip olmadığıydı. Buna rağmen 1986’dan itibaren özelleştirme süreci başlatılabildi. Çünkü bu, uluslararası sermayenin öncelikli talebiydi: İç pazarın savunulmasında kilit rol oynayan KİT’lerin bertaraf edilmesi gerekiyordu. 

Buna rağmen, özelleştirme 1990’larda bile hacim kazanamadı. Bunda siyasal/sendikal tepkilerin ve hukuksal mücadelenin de (KİGEM) rolü vardı ama esas neden değişmemişti: Sermaye, 1990’ların sonlarında bile KİT’leri devralabilecek bir birikim düzeyine ulaşabilmiş değildi. Çözümü, iddiasından vazgeçmeyen uluslararası sermaye getirecekti: 2000’lerde uygulamaya konulan radikal IMF/DB programı, özelleştirmeleri KİT’lere göre sıkı bir takvime bağlayacaktı. Gerisini de IMF programının sadık uygulayıcısı AKP yapacaktı: Madem ki sermayenin gücü KİT’leri almaya yetmiyordu, o zaman KİT’lerin değerini sermayenin alım gücüne getirecek ölçüde değersizleştirmek gerekiyordu! Gereği de yapıldı. Üstelik haraç-mezat satışlardan sermaye yanında komisyoncu siyaset sınıfı da nasiplenme fırsatını yakaladı.

İşçi sınıfı açısından toparlayalım. 1980’lerdeki derin bölüşüm şokundan 1988’den itibaren yükselen sendikal mücadeleyle çıkıldı. 1989-1993 arasında ücret gelirlerinin payı hem GSYH içinde hem de bütçe içinde hızla yükseldi. Bu telafi düzeneği elbette 1980’lerde sınıfın yaşadığı göreli yoksullaşma ve refah kayıplarını geri getiremedi. Ama daha önemli kayıp şuydu: Sınıf, 1980’lerin ideolojik kuşatması sonucunda, ücret talepleri eksenine sıkıştırılmıştı. Sermayenin arzuladığı gibi, sınıfın sermaye düzenine ve onun siyasi temsilcilerine yönelik sınıfsal/siyasi talepleri/tepkileri tamamen marjinalleştirilmişti. Bu doğrultuda, özelleştirmelere kitlesel sınıfsal tepkiler de örgütlenemedi. Oysa işçi sınıfının en örgütlü olduğu işletmeler KİT’lerdi.

AKP DÖNEMİNDE SINIFIN DURUMU 

Geçici süreyle uygulanabilen bir IMF programının gündeme geldiği 1994’ten itibaren GSYH ve bütçe içinde ücret payları yeniden azalış eğilimine girdi. 1998-2001’in kriz dönemine, yeni IMF programı da eşlik etti. AKP bu programı devraldı ve emek karşıtı politikaları aralıksız biçimde sürdürdü. Zaten gelir gelmez sermayenin siparişi olan yeni İş Kanunu (2003) üzerinden saldırıya geçmişti bile. 2003-2007 döneminde iç ve dış koşulların olumlu etkisiyle milli gelirde güçlü artışlar sağlanmasına rağmen emeğin payına düşen “hanehalkının borçlanma olanaklarının” genişletilmesi oldu. İşçi sınıfı, sahte bir refah illüzyonu içine sokuldu. Mücadele azmini kırmak için üstüne bir de özellikle işçi sınıfı içinde örgütlenen tarikatların dinci baskıları eklendi. 

Sermaye sınıfı ellerini ovuşturmaya devam ediyordu: Bir yandan ballı özelleştirmeler öbür yandan herşey sermaye için diyen radikal bir program ve iktidar türü. Sendikal örgütlülüğü zayıflatılmış devasa işletmeleri envanterine yazmanın coşkusuna yüksek kârlar da ekleniyordu. İşçi sınıfının kolu kanadı kesilmişti. En büyük işçi konfederasyonları ile memur konfederasyonu iktidarın tam güdümüne sokulmuştu. İtiraz edip hak arayanlar İş Kanunu’nun kısıtlayıcı hükümleriyle durdurulamıyorsa, grev yasakları yedekte tutuluyordu.
2016 sonrasında işçi sınıfı açısından işler daha da kötüye gidecekti. Dış kaynak girişleri zayıflamıştı ve emek gelirleri iktidar/sermaye çevreleri açısından yüklenilecek tek kaynak olarak görülmeye başlanacaktı. Böylece gelir bölüşümü 1980’lerdekini aşan bir şiddette ve hızda emek aleyhine döndürülecekti. Üstelik bunun üzerine bir de 2020-2021 yıllarının pandemi krizi eklenecek, AKP iktidarı “dünyanın en antisosyal devletleri yarışmasında” ipi göğüslemek üzere yarışacaktı. Kahramanmaraş depremleri bu halk düşmanı niteliğinin test edildiği yeni bir laboratuvar işlevini de görecekti.

Gelinen noktada Erdoğan ve AKP’nin bazı aşırılıkları (şeriat devleti yönelişlerinin sınır tanımaması, sermayenin bazı temsilcilerine -Kavala, vb- ve kimi aydınlara simgesel şiddet uygulanması, tek adamlığın “mutlak iktidar” sapmasına ve nerede duracağı kestirilemeyen bir totaliterliğe götürmesi, ayrıca cari sistemi zorlayan akıldışı iktisat politikalarının sermayeyi ürkütmesi) sermayenin önemli bir bölümünü yeni siyasi seçenek arayışlarına itmiş durumda gözükmektedir. Bulunan model, AKP’nin aşırılıklarını törpüleyecek bir Erdoğansız sağ ve sözde merkez sol iktidar sentezidir. Bu sentez, Millet İttifakı’nda bulunmuş gözükmektedir. Adeta, AKP öncesinin Ecevit Hükümeti (DSP-MHP-ANAP) sentezi yeniden kurgulanmak üzeredir. 57. Hükümet (1999-2002), tarihimizin gördüğü en sert ve en emek düşmanı IMF programının uygulanması için gerekli siyasi yelpazeyi buluşturmuştu; devamını AKP getirmişti. 

GELECEĞE BAKIŞLAR

Şimdi AKP türevi siyasetçileri de içeren yeni bir neoliberal program hazırlığı yapılmıştır. Neoliberalizmin adı elbette geçmeyecektir, hatta IMF’nin adının bile geçmesine gerek yoktur, nasılsa neyin nasıl yapılacağı öğrenilmiştir. Bu programda emeğin haklarının önemli bir başlık bile oluşturmuyor oluşu yadırganmamalıdır. Oyunun yeni kurallarında, savurganlığa, yolsuzluklara, “adaletsizliklere”, yargı şiddetine, hukuksuzlara, kayırmacılıklara/liyakatsizliğe karşı güçlü çıkışlar olacaktır, çünkü “neoliberal sistem kuralsızlık demek değildir”. Elbette emek kesimine dönük bazı geçici iyileştirmeler de olacaktır; ama eşitlik ve emeğin kalıcı sınıfsal kazanımları bakımından fazla bir şey bekleyenler büyük hayal kırıklığına uğrarlar. 

Kaldı ki hangi ittifak kazanırsa kazansın, seçim sonrasında kemer sıkma politikaları gündemde olacaktır. AKP ile bunun işçi sınıfı aleyhine olacağı kesindir. Buna karşılık Millet İttifakı iktidar olursa, daha fazla ödüne zorlanabilir ve son yıllarda küpünü iyice dolduran sermaye kesimine de (geçici de olsa) bazı yükler aktarılabilir gözüküyor. En azından emek hareketinin daha özgürce hak talep edebileceği bir momentum yaşanabilecektir.

Ancak işçi sınıfı açısından bu kadarı yeterli olmaz: Ücret sendikacılığından sınıf sendikacılığına geçiş bile yeterli olmaz. İşçi sınıfı siyasi alanı da doldurmak üzere örgütlenmek zorundadır. Sosyalist Güç Birliği ve onun buluşturduğu siyasi partiler bunun için vardır.

İşte tüm bu nedenlerle “sistem gerekleri için uysallaştırılmış bir işçi sınıfı” kısırdöngüsünden artık çıkılmalıdır. Ve 1 Mayıs’ta sınıfın 14 Mayıs seçimleri ve sonrasına yönelik talepleri haykırılmalıdır.