Layık mıyız? Gerçekten layık mıyız? Biz buna layık mıyız? Kelime oyunu yaparak gider böyle. Nereye kadar mı? “Yerli ve milli” sözlerimizdendir, “gittiği yere kadar!” Bitmiştir, gitmiştir, gidecek yer de kalmamıştır aslında! Gittiği de geldiği yer de burasıdır, şu sorudur: Laiklik mi, o da ne?  

Bozkırın seçilmişleri milletin meclisinde TRT 3 kanalının canlı yayımladığı bütçe görüşmelerinde seçmenlerine görünme arzusuyla söz alıp çıktıkları kürsünün hakkını vermek için olsa gerek, ağızlarını yayarak, dudaklarını büzerek ve sözcüğü uzatarak “laaayık”lıktan dem vururlar. 

Ne mi derler? Layıklık ya da layiklik ve hatta laiklik “din düşmanlığı değildir” derler, “inanç hürriyeti” olduğunu belirtirler, “din ve vicdan özgürlüğü” demeyi ise zinhar unutmazlar! Laikliğin, çıkışında “dinden özgürlük” olduğunu ise akıllarına bile getirmezler, inanmama özgürlüğü diye bir şey olabilir mi ayrıca, onlara göre duyulmuş şey değildir bu! Ve laikliği ne yapıp edip dinle, inançla bir araya getirip, birbirleri için yaratılmış bir çift gibi sunmaya gayret ederler! 

100. yılda “sağcı” kaldı mı bilmiyorum mebuslar arasında, Müslüman var, milliyetçi var, muhafazakâr var, milliyetçi muhafazakâr zaten var, Müslüman demokratı var, fakat Allah için ilaç niyetine bir tek olsun “sağcı” yok! Milenyuma dek vardı oysa, merkez sağ dedikleri şey! Turgut Özal ve Süleyman Demirel’den miras, en son Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’la temsil edilen. Şimdilerde CHP’nin geldiği noktayı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun açılımlarını eleştirmek için yakıştırılan, yapıştırılan. Kuşkusuz en iyi örneği başbakan ve cumhurbaşkanı Demirel olan. Özal’a da hafif bulaşmış olan. Demirel laikliğe daha yakındı, Özal dine. İkincisinin laikliğinde arabesk bir yan da yok değildir, ilkinin laikliğinde ise Cumhuriyetin İslamköylü Çoban Süleyman’ı başbakan, sonra cumhurbaşkanı yapması yatar. Cumhuriyette İslamköy’e de yer olduğunu gösteren ironik laiklik biçimi.  

W. H. Auden ki kendisi bilindiği üzere, 20. yüzyılın en mühim şairlerinden olup, İngiliz vatandaşıyken ABD uyruğuna geçmiş ve Türkçede Can Yücel’in söylediği şiirlerle de ayrıca ünlemiştir. Laiklik bahsinde ismini zikretmemizin sebebi ise, mekânı Datça olası, Can Baba’nın Türkçe söylemesiyle “Alla’sen söyle nedir bu aşkın aslı astarı?” şiirini yazmış ve bizim de buradan yola çıkarak “Alla’sen söyleyin nedir bu laikliğin aslı astarı?” diye sormuş bulunmak isteyişimizdir. 

Cumhuriyet’ten önce tahayyül edilen bir düzendir laiklik. Tanıl Bora 100 yılın siyasal belleği olan Cereyanlar: Türkiye’de Siyasal İdeolojiler (İletişim, 2017) kitabında, II. Meşrutiyet’in, 23 Temmuz 1908, “Batıcıları”ndan Kılıçzade Hakkı’nın “Pek Uyanık Bir Uyku” yazısında gördüğü düşü özetler: Tekkeler kapalı, örtünmek yasak, şapka takılıyor, ulema dışında dinsel giysi yok ve hukuk sistemi laikleştirilmiş! Kemalizm içinse, “devrimin özü” (s.147) sayılıyor laiklik. Başlangıcı 1924, hilafetin kaldırılması, aynı zamanda “eğitimde birlik” anlamına gelen, “bir tek mektep, bir tek terbiye”yi öngören Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılmasıyla dinsel eğitimin sonlandırılması, 1925’te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şapka reformu ve Mustafa Kemal’in 30 Ağustos 1925’teki ünlü Kastamonu konuşması, 100. yılda neredeyse ezberlenmiş şu cümleleriyle, laikliğin gayriresmi ilanı gibidir: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, meczuplar memleketi olamaz.” Nedeni de çok açıktır, eğer memlekete tarikat lazımsa o da “en doğru ve en hakiki” olan “medeniyet tarikatı”dır. Tarikat bölümünü geçersek, doğru söze ne denir? İyi niyetle söylenen “devletin dini adalettir” sözü gibi, devlete din niye gereksin ki? Devlet elbette dinsiz olur, olmalı. Din kişisel bir tasarruftur, ne devlet zoruyla olur ne devlet zoruyla engellenir!  

1926’da laik Medeni Kanun’un çıkarılmasını, 1928’de alfabenin değiştirilmesi izleyecek, Yeni Türk Harfleri de denilen, bugün kullandığımız Latin harfleri kabul edilecektir. Laiklik konusunda Kemalist yönetimin kararlılığını gösteren en çarpıcı ya da köktenci örnek, 1928’de Anayasa’dan “Devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkarılmasıdır ki, Cumhuriyetin 100. yılında 2023’te girişilen yeni, ya da iktidarın söylemiyle “sivil” anayasa, “prangaların koparılıp atılacağı” bir metin olarak, herhalde rövanşı çeşitli biçimlerde almak üzere hazırlanmaktadır. Dillendirilenler arasında “süresiz başkanlık” gibi maddeler olduğuna bakılırsa, “devletin dini olarak İslam’ın yeniden anayasaya konulacağı” da uzak bir olasılık sayılmaz. Bununla da laiklik tartışmaları kökten bitirilmiş olacaktır. 

1937’de Anayasaya eklenmesinin yanı sıra, CHP’nin ve Kemalizm’in 6 Ok’undan biri olan laiklik, bir dizi radikal değişimin de sonucu ve sonuncusudur. Ezanın Türkçe okunması, Türkçeleştirilmesi de en az “devletin dini İslam’dır” maddesinin Anayasadan çıkarılması kadar önemlidir. Bu yıllarda Kemalist hükümetlerde çalışmış ve aynı zamanda inanmış Kemalistler olarak ideolojiye de katkıda bulunmuş milletvekili ve bakanların söyledikleri, Tanıl Bora’nın “erken Cumhuriyet dönemi laisizmi, kolay çözümlenemeyecek duygusal karmaşalarla dolu bir deneyimdir” (a.g.y., s.152) sözleri için bolca örnek sunar. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılında yayımlanan nüshasında Hakimiyet-i Milliye gazetesi, dinle laikliği uzlaştırma çabalarını eleştiren bir yazı yayımlar. “Türk laikliği”, “din ve dünya işleri arasında bir mütareke”yi öngören “pasif bir laiklik” değildir, “aktif bir laiklik” olarak “hayatın, yani milletin menfaatlerini ve diriliğini her şeye hâkim kılan aktif bir telakkisidir”. 

Cumhuriyetin 100. yılında Anayasadan çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan, Bora’nın sözleriyle “Kemalizmin ve Türk modernizminin özünü münhasıran laikliğin muhafazasında gören fanatik laisizmin kalesi” de ne yazık ki yıkılmak üzeredir. Bora, bu kalenin 1960’lardan başlayarak hukuk olduğunu söylüyor. Hukuk, İzzet Yaşar’ın dizeleriyle “öttürdükçe öter guguk kuşum” oldu, “fanatik laisizm” ise geldiğimiz noktada yaralayıcı bir kavram olarak duruyor, tıpkı “özgürlükçü laiklik”ten de murat edilenin özgürlük filan değil, laiklikten özgürleşmek olduğu gibi.  

Şimdilerde, belki yakında ortadan kaldırılma kararıyla karşılaşacak olan Anayasa Mahkemesi’nin 1986’daki bir kararına da değiniyor Bora. Buna göre Anayasa, laikliği “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolundaki her türlü çabayı engelleyecek nitelikteki bir dünya görüşünü (dini) etkisiz hale getirecek çare olarak benimser”.  

Bora, felsefeci Halil Nimetullah Öztürk’ün bir kitabını da anar. 1953’te yayımladığı bu kitabın adı Türkleşmek, Layıklaşmak, Çağdaşlaşmak’tır. Adı Ziya Gökalp’in Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918) kitabına gönderir. 50’lerde laiklik, “layıklık” diye yazılıp telaffuz ediliyormuş. Yıllardır sekülerler, laikler, laikçiler diyerek saldıranlar, bu “tağut” sistemin temeli olarak gördükleri laiklik yıkıldıktan sonra kuşkusuz hesabı kapatmış olurlar da fanatik mi, radikal mi, özgürlükçü mü olduğunu soranlar laikliksiz ne yaparlar, bilmem! “Fanatik laisizm”, Jakobenlik, özgürlükçü laiklik, cümle içinde kullanıldığında etkileyici kavramlar, bunlarla yazıp konuşuyor olmanın bir “hava”sı var, lakin iş gelip “imamokrasi”ye dayandığında, yani öğretmen yenilip imam kazandığında, ayaklarımız suya erdiğinde ne havası kalıyor ne aurası? Yalnızca düşünmek kalıyor, biz buna layık mıydık, 100 yıllık cumhuriyet döneminin sonunda “imamokrasi”ye mi layıktık? 

Zaten layık değildik mi derler yoksa laik değildik mi? “Bade harabü’l Basra”, Basra harap olduktan sonra kelime oyunlarıyla avunmaya kim karışır ki hem? Laikliğe layık olamamak, demokrasi derken imamokrasiye varmak, kelime de bol oyun da işte!