Yaşadıklarını kendi payına kulluk sınavı olarak görüp tevekkül eden, hak ettiklerinden bi haber halk yaratarak Cumhuriyet rejimi yerine gerici, şeri düzeni getirip taraftarlarından aldıkları güçle saray saltanatı sürmekti hedefleri. Düşünmeyen halkı oluşturabilmek için ilk ve en önemli hedeflerinden biri de Cumhuriyetin çok yönlü ve karma eğitim sistemiydi. Pek beklemedikleriyse entelektüel birikimi yüksek yani çok boyutlu düşünebilecek donanım ve birikimde işbirlikçilerinden gelen destek olmalı. Kavrayabilmek çok güç ama düşmanları ortaktı. Atatürk ve Cumhuriyet.

İkinci Cumhuriyet diye yatıp kalktığımız günlere gittim birden nedense. İkinci Cumhuriyetçilerin hedefinde Cumhuriyetin eksikleri, Cumhuriyet tarihinde yer alan yanlış kararlar, uygulamalar değil doğrudan Cumhuriyetin kendisi ve kurucusu vardı. Bilimsel ve düşünsel birikimleriyle Cumhuriyeti kazanımlarıyla ileriye taşıyacak dönüşüm için çalışmak, üretmek, direnmek yerine bir kez bile halkla birlikte direniş sathına gelmemiş kibirli, “elitler” özgürlükçü ilan ettikleri dincilere kullanışlı ve süslü söylemler, etiketler armağan ettiler, onların yanında açıkça yer alarak kendi saygınlıklarını pazarladılar. “Bu bir akıl tutulmasıydı.” Büyük bir “ezberi bozuyorlardı.”

∗∗∗

En çok rahatsız oldukları şey 10. Yıl marşıydı mesela. Bir marş deyip geçmek yerine bozmak istedikleri ezberi pekiştirircesine 10 yıllar sonra sadece bayramlarda söylenen ve olması gerektiği gibi halkı coşkuyla buluşturan bir unsur olarak sıradanlaşmasını kendilerinin önlediği bir nefretle marşlara takılı kaldılar. Yeni marşlar aramadılar da top yekûn Cumhuriyet’e biçtiler faturayı. Onu yüceltmeyi ve kazanımları korumayı seçmediler çünkü kurduğu Cumhuriyetin gelişerek, değişerek ilerlemesi Atatürk’ün dileği ve isteğiydi.

On yılda her savaştan açık alınla çıkılmasından rahatsızlık duyanlar savaş tezkereleriyle ülke yönetenlerden, tüm komşularla sorunlu dış ilişkilerden ve savaştan razıydılar.
On yılda müthiş bir kültürel birikimle her yaştan on beş milyon genç yaratan aydınlanmanın yerine çocukları din kıskacına alan, kız çocuklarını metalaştıran “özgürlükçü kindar” rejim yeğdi onlara. Genç Cumhuriyetin demir ağlarla örülü anayurdunda, yücelttikleri adam ve iktidarı o rayları sökmekle başladı işe, köylere kasabalara ulaşan istasyonlar atıl, yıkık bırakıldı. Büyük kentlerdekiler pahalı restoranlara dönüştürüldü. Cumhuriyetin başkentinin Cumhuriyet mimarisine de, estetik ve zarafete de dayanamıyorlardı. Ankara gar binasını ezecek muazzam çirkinlikte ve büyüklükte kendi beton yapılarına ihtiyaç vardı. Hem yandaş müteahhit kazanacak hem Cumhuriyetin izleri silinecek öyle değil mi? Hızlı tren dediler. Çorlu’da cinayet işlediler. Tıpkı anayurdun dört başından gelen asansör cinayetleri gibi umurlarında olmadı. Rakı içerek boğaz yalılarına tur rehberliği yaparken tarih ve estetik birikimlerini aktardıkları kişilerin tren seyahatlerinde yasaklandığı için vagon restoranda içki içemeyecek olmaları özgürlük anlayışlarına zeval getirmedi meselâ. Cumhuriyetin tunç siperi lâfına değil de kurtuluşun ardından dönemin ruhuyla tüm dünyada örnekleri olan uluslaşma ihtiyacından niyet okumaya Türklük vurgusuna takılı kalmayı yeğlediler. Cumhuriyetin herkesi kucaklayacak eşitlikçi, din güdümünden uzak laiklik ilkesini küçümseyerek alaya almayı seçtiler. Geliştirmek, eksiği tamamlamak için yeterli hatta fazlaca donanımları olmasına rağmen kibirli, alaycı, küçümseyici olmayı tercih ettiler. “Laikçi” etiketi bugün akademisyenlerin bile yanlış Türkçesine bir terimmiş gibi böylece yerleşti. Cehalet öyle yayıldı üniversitelere, cümle kuramayan rektörler öyle atandı.

∗∗∗

Bunları çok yazdık söyledik uzatmayayım. İkinci Cumhuriyetin de “yetmez ama evet”in de ezberi bozuldu bozulmasına ama öyle muhakemesizleşti ve belleksizleşti ki toplum bugün iktidardan son derece rahatsız olan muhalif aydınlar bile en zalimin savaş karşıtı tek tweet’inde dünya barışı için elini taşın altına koyan lider bularak sevincinden havalara uçup kendisine övgüler düzebiliyor. Göreve gelir gelmez Atatürk portresini duvardan indirmiş içişleri bakanının gür sesli bayram mesajında “adam gibi adam” bulabilen “işte benim bakanım” diye coşan ortalama, vasat muhalefet de böyle böyle şekillendi. Bu “Atatürkçü” bakanın onurlu çıkışını kutlamak için Fanta kadehleri tokuştursalar yeri. Ama Gazze yüreklerini acıttığı için onu da belki yere dökmeyi yeğlerler.

Cumhuriyetin 100. Yılında “Türkiye yüzyılı”nın karnesine bir bakalım isterseniz. Yıkıntıdan doğmuş 10 yaşında ülkenin eğitim, üretim ve bilimde ilerleyiş öyküsünün üzerine neler koyabilmiş bu Cumhuriyet eleştirmenleri. Bugün dünya kişi başına düşen milli gelirde ilk 10 ülke ortalaması 87.976 $, dünya ortalaması 16.736 $, Türkiye ortalaması 10.622 $. Hukukun üstünlüğü endeksine baktığımızda ilk 10 ülke ortalaması 0.85, dünya ortalaması 0.55, Türkiye ortalaması için ise 0.41 oranı çıkıyor karşımıza. Özgürlükler endeksine bakarsak ilk 10 ülke ortalaması 98.2, dünya ortalaması: 55.5, Türkiye ortalaması 32 imiş. İnsani gelişmişlik endeksi ilk 10 ülke ortalaması 0.95, dünya ortalaması 0.84, Türkiye: 0.73 Gelir adaletsizliğini ölçen sıralamada ilk 10 ülke ortalaması 0.26, OECD ortalaması 0.32, Türkiye 0.41’le yine en gerilerde. Gelelim en çarpıcı veriye; kadınların iş gücüne katılımı sıralamasında ilk 10 ülke ortalaması %76.32, OECD ortalaması %62.53, Türkiye: %35.37!

100. yılda herkes marş arayışındayken bu sefer de yazılan marşta bayrak, vatan sözcükleri yok diye çıldırıyor kitleler. Öyle kimilerinin marş düşmanlığıyla nasıl vakit kaybettiğimize, oyalandığımıza takıldım ben de. Esas mesele marşlara, militarizme ya da marşların sözlerinde bugüne, evrensel barış ve insan haklarına uymayan tanımlara, milliyetçi vurgulara takılarak ters nefret oluşturmanın özgürleşmeye yol açmayacağını görebilmek. Türkiye halklarının bir arada tercihleriyle ve hoşgörüyle buluşacağı bir ideolojik sistem kurgulamak için karşı nefretle söz cambazlıkları yaparak iktidar nezdinde makbul aydın olmaktansa elini taşın altına koyabilmek. Hepimizin yapabileceği kadar sorumluluk, küçük bir adım “bir hızda kötülüğü, geriliği boğar, karanlığın üstüne güneş gibi doğar.”