Şeker Bayramı bu sene seçim sonuçlarının yarattığı heyecanla birleşti. Bayramlar senede bir olsun herkesi bir şenlik havasıyla buluşturan, dargınları barıştıran, çocuklara mutluluk vesilesi olan ve dini inançlar kadar kültürel anlamları da olan özel günler. Sanırım hemen herkes için biraz da geçmişten hatıralarla gelirler. “Nerede o eski bayramlar” sözünün geçmişe duyulan özlem kadar geleneklerin, ritüellerin yok oluşuna, eski heyecanını yitirişine ve çalışanlar için sadece tatil günleri olarak beklenmesine sitem içerdiği söylenebilir. Bizim evde bayram temiz pak giyinip aile büyüklerini ziyarete gittiğimiz, özellikle annemin İstanbullu ve oldukça köklü ve geniş ailesiyle bir araya geldiğimiz kalabalık ve onun çok özendiği buluşmalar demekti. Bayramı daha da neşelendiren bayrama ismini de veren renk renk ve çeşit çeşit şekerler, yaldızlı çikolatalar, ikramlardı. Tek çocuk olduğum için bu aile buluşmaları benim için çok hareketli geçer ve çok hoşuma giderdi. Anneannemin kuzini Sabahat teyzemin evinde 4 kuşak akrabalar, kuzenler bir araya geldiğimizde önden ikram edilen şekerler kadar kahvenin yanında sunulan likör bir ritüeldi. Hele yaz aylarına denk geldiyse Şaşkınbakkal’daki teras sokaktan gelen mevsim kokularıyla ve sohbetlerle şenlenirdi. Aile reçetemize bağlı kalarak her yıl vişne likörünü yapmayı sürdürüyorum. Fırsat buldukça bayram olsun olmasın Hacı Bekir Muhiddin’den ya da Cafer Erol’dan akide şekeri almaya da bayılırım. Ama önce en büyüklerimiz ardından da oldukça beklenmedik ve erken yaşta annemin gidişiyle birlikte bayramlar artık benim için yalnızlaştı.

Toplumsal ve ekonomik koşullar nedeniyle sanki o meşhur “nerede o eski bayramlar” sözü de gerçekçi ve somut üzüntüler barındırmaya başladı. Çocuğunu, ailesini bayram âdeti olduğu üzere alışverişe çıkartmak neşeden çok mahçubiyet, üzüntü, sıkkntı getirir oldu çoğu insan için. Bırakın üst baş, kırmızı rugan ayakkabı, fistolu kat kat etekli elbiseler almayı eve şeker ve çikolata almak bile birçok aile için dert oldu.

İktidarın dini dayatmaları ve rahatsızlıklarıyla bayramların neşesi, coşkusu da yönetilmeliydi. Dini bir araç olarak gören ve rejimi hedefleyen ideolojinin güç kazandıkça doz artımıyla yönettiği ve yerleştirmek istediği toplum düzeni için bir fırsat alanı daha bulundu. 2008 yılıydı sanırım toplumu kutuplaştıracak yeni bir gündem olarak başbakan tarafından “Adını bir başka türlü de değiştirmişler. Ne Şeker bayramı?! Bu dört dörtlük bir ramazan bayramı!” sözleriyle toplumsal buluşma ritüelleri, gelenekler “kültürel erozyon” olarak tanımlandı, “buna izin veremeyiz” gibi iri ve iddialı bir çıkışla hedefe koyuldu. İstenen de oldu. Hemen kimse kalmadı Şeker Bayramı diyen. Oysa Osmanlı döneminde Ramazan Ayının bitiminde verilen ikramlara ‘Şükür Sadakası’ dendiği için rivayete göre 'şükür' kelimesi zamanla 'şeker' kelimesine dönüşmüş. Bir diğer rivayet ise yine Osmanlı döneminde askerlere ve çocuklara ağız tadı yanında enerji kaynağı olsun diye tepsilerle tatlalar ve şeker dağıtıldığı için bu bayramın şeker bayramı diye anıldığı yönünde. Aslına bakarsanız bayağı Osmanlı, bayağı “yerli ve milli” ama bu yönüyle hiç kullanışlı değil.

Arapça akit sözcüğünden gelen ve ‘bağlılık, sözleşme, bağlanma, birbirinden ayrılmama’ anlamları taşıyan ve bayramlarda ikram edilmesi biraz da bu nedenle adet olan kutlama şekeri akidenin de boynu bükük kaldı. Likör mü? O zaten öksüzdü. Önce Beykoz rakı fabrikasının tarihi binası gibi Mecidiyeköy’deki Art Deko mimarinin ülkemiz örneklerinden likör fabrikasının güzelim binasına da kıyıldı. Kültürel varlıkları koruma güdüsüyle yapılan çıkışlar da yıkım sırasında ‘alkol üretimini teşvik etmek isteyen kâfirlerden’ geldiği için kimsenin umurunda olmadı. Çevresi dut ağaçlarıyla çevrili koca bahçenin yerinde zaten yeller esiyordu, pardon futbol topları uçuşuyordu. Zira kentin nefes alanlarından biri olan bu araziye çok önceleri stadyum yapılmıştı. Eh işte afili isimli firmalara gökdelen yaptırmak daha kârlıydı. Böylece İstanbul’da, 1930’lu yılların başında kısıtlı imkânlarla ve tümüyle yerli kaynaklarla inşa edilmiş ve her alanda kendine yeten bir ülke olma düşüncesiyle pek çok alanda yapılan atılımların bir halkası olarak hayata geçen fabrika binası yıkılırken daima kâr getiren işletme de birçok Cumhuriyet yatırımı kurum gibi yabancılara satıldı. Zaman içinde likör geleneği de arzu edildiği gibi unutuldu. Aslında çikolata ve şeker fiyatlarının bugününe uzanan sistemli bir değişimden tüketim ve çöküşe varan dönüşüme çok yönlü ve köşeli bir örnek denebilir. Örneklerden sadece biri elbette. SİT alanından “özel koşullu ticaret alanı”na dönüşen imar öyküsü işin bir başka boyutu ama bugün için konumuz dışı.

Biz tatlı yiyelim tatlı konuşalım bugün. Geleneklerimizi hatırlayalım. Önce bergamutlu, sakızlı, karanfilli, tarçınlı, naneli, muzlu, güllü, limonlu rengârenk akide şekerleri ile tatlandıralım bu bayram gününü. Eskiden kelle şekeri de denirmiş. Şekerlerin havanda dövülüp, odun ateşinde, bakır kazanlarda eritilmesiyle elde edilen macun mermerlere uzun çubuk şeritler halinde dökülür kare kare kesilir ve soğumaya bırakılırmış. Tatlı yenilip tatlı konuşulan kültürümüzün önemli ve özgün lezzetlerinden hatta simgelerinden.

Likörler ise meyve, baharat ve bitkilerin şeker ve alkolle karıştırarak lezzetlendirilen bir içecek. Çok kültürlü komşuluk günlerinden, gayri müslimlerle bir arada yaşanan, geleneklerin paylaşıldığı ve kucaklandığı günlerden köklenen bir adet olarak kahve ikramının yanında beyaz iş dantel örtüler üzerinde zarif kristal kadehlerde gelen ikram din ve mezhep ayırmadan gelenek olmuş. Likör fabrikasıyla birlikte likör kültürü de yok edilmeden önce zengin bir tarım ülkesi olma avantajıyla birbirinden diri ve has meyvelerimizle üretilen likörlerimizin kalitesi uluslararası ödüllere ulaşmıştı. Hüzünlü bir yok oluş öyküsü.

Ben bu bayram mevsimin ayrıcalığından faydalanıp bahçemdeki mor salkımlardan yapacağım yeni likörümü. Belki içmekten çok seviyorum likör yapımını, kültürünü. El yapımı likörler deyince işin uzmanı Silva Özyerli’yi anmak gerek. Bir süredir heyecanla beklediğim kitabı Amida’nın Ruhu yeni çıktı. Alıp okumak için sabırsızlanıyorum. Silva Özyerli, Diyarbakırlı Hıristiyanların yok olmaya yüz tutmuş likör kurma kültürünü anlattığı bu kitaptan önce de bizi Amida’nın Sofrası ile hem geçmişin yemek kültürü ve ritüelleriyle buluşturmuş hem lezzeti kelimelere taşıdığı incelikli anlatımıyla Diyarakır tarihinin yerle bir edilen taş binalar, kiliselerle çevrili daracık sokaklarında dolaştırmış, aralık kapılardan evlere davet etmiş ve ağırlamıştı. Yeniden o sokaklarda onun tadına bakmak ayrıcalığına da kavuştuğum lezzetli likörlerinin tarifleriyle dolaşmak güzel bir bayram hediyesi olabilir. Bir başka kitap önerim de Reyhan Yaman’ın, likörün eski ve geleneksel konumuna dair hem bir methiye hem de bir hatırlama düşüncesiyle hazırladığı Can Yayınları’ndan çıkan Likör Hikâyeleri adlı kitap.

Yine unutulmuş tatlılardan gidelim. Kurkubinya memleketimden bir lezzet. Bir İzmir tatlısı. Rumların mutfağımıza kazandırdığı bir tatlı. İzmir lokmasını bilmeyeniniz yoktur. Kurkubinya da şuruplu ve yağda kızartılan bir tatlı ve eskiden lokmacılar yaparlarmış. Baklava yufkasıyla hazırlanan çıtır çıtır bir tatlı olduğunu biliyorum ama hiç tatmadım. Geçenlerde bir yerde okudum bu unutulan lezzeti Basmane'deki Tarihi Öztat Lokmacısı günlük pişirip satmaya başlamış. Denemek için sabırsızım.

Son olarak yine çocukluğumdan en sevdiğim tatlıyı hatırlatmak istiyorum size. Yassı Kadayıf yapılır mıydı evlerinizde? Yufkacılarda satılan yumuşak süngersi daireler satın alınır eve gelince kenarları makasla incecik kesilir ve yumurtaya bulanıp kızartıldıktan sonra sıcakken üzerine şerbet dökülerek servis edilirdi. Üzerinde bir iki çörek otu da süsü. Bayılırdım. Kenar kesme işi bendeydi. Artık hiç görmüyorum, hoş yufkacı da kalmadı. Onun da Havra Sokağında yufka satan bir dükkânda bulunduğunu duydum. Sizi bilmem ama işte bana bir bayram sevinci daha.

Şeker bayramınız kutlu olsun! Tatlı yediğimiz ve tatlı konuştuğumuz günler eskilerde olduğu gibi bol paylaşımlı, alış verişli, muhabbetli olsun.