12 Eylül’den kalan şehirler
12 Eylül’de her şey devletin öngördüğü gibi işliyordu. Şehir pratiklerinde de anahtar kelime devlet idi. Bu öyle baskın bir imgeydi ki üst düzey devlet görevi yapmış kişiler için bir ‘devlet mezarlığı’ oluşturma kararı da yine o yıllarda verilmiş ve Ankara ‘devlet mezarlığı’ gibi bir mekânsal olgu ile o yıllarda tanışmıştı.
1982 yılıydı, Erzincan’dan İstanbul’a bir otobüste yolcuyuz. O yıllarda şehirlerarası otobüs seyahatlerinin yegâne eğlencesi şarkı-türkü kasetleriydi ve yeni bir uygulama olarak her biri başka bir sanatçı tarafından seslendirilen parçalardan oluşan kasetler kullanılıyordu. Bu durum, müzik parçaları arasına bazı duyurular eklemeye de imkân veriyordu. İşte o gün dinlediğimiz kasete eklenmiş şöyle bir duyuru vardı: “Sayın yolcular, lütfen yanınızdaki kişi ile siyaset konuşmayınız. Hayırlı yolculuklar dileriz.” Ara ara bu uyarıyı dinleyerek ve herhalde tatbik ederek yolculuğu tamamlamıştık.
Şehirleri birbirine bağlayan yollardaki bu ‘nazik’ uyarı, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında aşağı yukarı bütün topluma verilmiş bir talimat gibiydi ve sonuçları şehirlerin ortak halet-i ruhiyesini yansıtıyordu. 12 Eylül’ün maliyetine dair total manzara da sistemin, bu tutumunun bir fotoğrafı gibiydi. Muhalif siyaset alanına sert müdahaleler yapılmış; gazeteler kapatılmış, 400 gazeteci hakkında dava açılmış, 31’i tutuklanmış, toplam 3 bin 315 yıl ceza verilmişti. Bin 253 akademisyen, 3 bin 854 öğretmen ve 30 bin memurun görevlerine son verilmişti. 1 milyon 623 bin kişi fişlenmiş, 299 kişi cezaevlerinde yaşamını yitirmiş; 171 kişinin işkenceyle öldüğü belgelenmiş, 43 kişi için gözaltında intihar ettiği yönde raporlar düzenlenmiş, 73 tutukluya doğal ölüm raporu verilmişti. Yargılananlardan 7 bini için idam talep edilmiş, 517 kişiye idam cezası verilmiş, 259 dosya onanmak üzere TBMM’ye gönderilmiş, dosyası onanan 50 kişi idam edilmişti. İnsanlık dışı uygulamalara dair liste böyle uzayıp gidiyordu.
Siyasetin yasaklanması gündelik dilde de karşılığını üretmişti. En sıradan eleştirel ifadeler bile ‘sen, 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsun’ sorusuyla karşılaşıyordu. Hangi tonda söylenirse söylensin, öyle sert bir ifadeydi ki muhatabını sistemin hedef tahtasına oturtabilirdi. Şimdiki kuşaklara tercüme edersek belki ‘sen terör örgütünü desteklemeyi mi ima ettin’ gibi bir şeydi. Cevaba göre ‘soruşturma’, ‘gözaltı’ vb. gelebilirdi.
SESSİZ ŞEHİRLER, SUSKUN KALABALIKLAR
12 Eylül sonrasında şehirler, yeni rejimin kararları uyarınca yeniden yapılandırılıyordu. Mekânsal ve toplumsal bir dizi karar hiçbir engele takılmadan uygulanabiliyordu. Bunun sonucu olarak tüm fabrika ve işyerleri işliyordu; grevler bitirilmişti, sokaklar sessizdi, yürüyüş-mitingler yapılmıyordu. İskelelerde gazete satan gençler yoktu. İşi ve evine giden giden kalabalıklar sokaklarda, ötekinden çekinerek hareket ediyorlardı. Her yerde bu manzaraya eşlik eden, ellerinde tüfekleriyle askerler dolaşıyordu.
Şehirlerin kurumları da askeri yönetime teslim edilmişti. Halkın oyu ile göreve gelmiş belediye başkanları ya hapishanedelerdi ya da evlerinde. Onların yerine çoğunlukla emekli subaylar atanmıştı. Bu yüzden belediyeler artık askeri kurumlara benzer bir disiplin içinde çalışıyorlardı. Bazılarında mesai zaman zaman İstiklal Marşı ile başlıyordu. Hemen her birimde ya sessizlik vardı ya da iyi ihtimalle ‘12 Eylül öncesinin kötülükleri’ konuşuluyordu.
Toplu taşıma araçlarında gazete-kitap okuma geleneği devam ediyordu elbette ama ortadan şeyler okumak gibi başka bir eğilim gelişmişti. Politik olarak renksiz gazetelere itibar artmıştı. Magazin gazeteleri satış rekorları kırıyordu. Muhalif politik içeriği olan gazete ve kitaplar ise muhtemelen toprağa gömülüyor veya bir yerlerde ve hatta mahkeme kararlarıyla yakılıyorlardı.
KAPATILMA MEKÂNLARI OLARAK ‘CEZAEVİ ŞEHİRLER’
Şehirler bütün bu manzarayla aslında birer kapatılma mekânına yani cezaevlerine dönüşmüş gibiydi. Zira herkes, kendisi için çizilen sınırlar içinde hareket ediyordu. Bazı mekânların işlevleri değiştirilerek bir tür yeni ve özel tutukevleri de oluşturulmuştu. Mesela Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in tutuldukları Gelibolu Hamzakoy böyle bir örnekti. Başka örnekler de vardı. Şehirler bu dönemde aynı zamanda çok sayıda yeni cezaeviyle de tanışmıştı. Darbeden sonra şehir içleri ve çevrelerine yeni ve yüksek korunaklı cezaevleri inşa edilmişti. Hatta bazı şehirler için cezaevleri ciddi bir ekonomik sektör inşa etmişti. Zira yüzlerce çalışanı ve belki binlerce ziyaretçisi oluyordu. Şehre bir yabancı geldiğinde cezaevi ziyareti için geldiği artık tahmin edilebiliyordu.
Bazı şehirlerin cezaevleri bu dönemde idam uygulamaları gibi yeni işlevler de üstlenmişti. Erken Cumhuriyet yıllarında meydanlarda alenen yapılan ve sergilenen idamlar, artık sabaha doğru bir saatte, kimsenin göremeyeceği ve duyamayacağı zaman/mekânda yani cezaevlerinde yapılıyordu. 12 Eylül cezaevlerinin bir kısmı, sabaha doğru kimsenin görmediği, duymadığı kısa anlarda idam sehpalarında kitlesel seslere denk gelen politik mahkûmların haykırışlarına tanıklık etmişti. Ankara’dan başlayıp, Burdur’la biten çok sayıda şehir, artık cezaevlerindeki idamlarla da anılmaya başlamıştı.
YASAKLANAN GECEKONDULAR!
Şehirlerin mekânsal yapısına sert müdahalelerde bulunan yönetim, gecekondu meselesine de askeri çözümler getirmişti. Dönemin yönetim mantığına uygun şekilde Milli Güvenlik Konseyi bir bildiri yayımlayarak gecekondu yapımını kat’i surette yasaklamıştı. Kenan Evren imzasıyla yayımlanan 29 no’lu MGK bildirisinde gecekondulara dair ayrıntılı inceleme yapıldığı ve kanun dışında kalanların yıktırılacağı belirtilmiş; vatandaşların mağdur olmamaları için belirlenen hükümlere özellikle riayet etmeleri istenmişti.
MGK’nin bildirisi uyarınca yapılan araştırmaya göre 1982 yılında sadece İstanbul’da 130 bin 182 gecekondu saptanmıştı. Ancak bu sayının gerçeği yansıtmadığını düşünen Kenan Evren’e göre İstanbul’da 450 bin gecekondu bulunmaktaydı. Yetkililer gecekondu sayısına dair durumu araştırmaya devam edeceklerini ama kati surette gecekondu yaptırmayacaklarını belirtmişlerdi. İstanbul’un asker belediye başkanı Abdullah Tırtıl, MGK bildirisinden sonra olsa olsa 50 gecekondunun yapılmış olabileceğini, bunları da görür görmez yıkacaklarını söylemişti. Ancak görünüşteki bu sert disipliner ifadelere rağmen bambaşka bir politik tutum gelişmişti. Önce o güne dek henüz isimlendirilmemiş bilhassa gecekondu mahalleleri ‘Mustafa Kemal’, ‘Kazım Karabekir’, ‘Atatürk’ gibi isimlerle resmileştirilmiş; atanan muhtarlarına birer mühür verilmişti. Bu mahallelerin cadde ve sokaklarına isim veya numara verilmiş ve böylece kontrol edilebilir hale getirilmişti. Yani Türkiye’de enformel gecekondu mahallelerinin resmi kimlik kazanması büyük ölçüde bu dönemde gerçekleşmişti.
Ardından 21 Mart 1983’te İmar Affı Yasası yürürlüğe girmiş; sistem gecekonduyu kentsel rant aracı olarak yeniden üretmişti. Nitekim imar affı getiren 2805 sayılı yasa daha çıktığı anda 1,8 milyon kişi faydalanmak için başvurmuştu ve daha 2,5 milyon başvuru bekleniyordu. Türkiye şehirleri artık bir tapu taahhüdü anlamına gelen Tapu Tahsis Belgesi ile o günlerde tanışmıştı.
Bu durum Türkiye şehirlerinin mekânsal gelişimine dair yeni bir döneme girildiğine de işaret ediyordu. Şehirlerin periferisi artık gecekonduya kapatılmış ve sermaye gruplarına açılmıştı. Nitekim şehir çevrelerindeki ormanlık alanlar bu yıllardan başlayarak hızla yapılaşmaya açıldı. Ormanlar içinde inşa edilmiş villaların sayısı o kadar hızla çoğaldı ki, sadece şehirlerin değil, ormanların ve doğal kaynakların da canına okundu; şehirlerin nefesi hızla tükendi.
ŞEHİRLERİN İTAATKÂR ÜNİVERSİTELERİ
1980 Askeri Darbesi yapıldığında Türkiye’de 19 üniversite vardı. Sayıları az, etkileri yüksekti. Bu üniversiteler bazen bulundukları şehirlerin kimliklerini de büyük ölçüde etkiliyorlardı. Bu yüzden askeri yönetim üniversitelere de müdahale etmişti. Tüm üniversiteleri bir merkeze bağlayarak özerkliklerine darbe vuran YÖK, bu dönemde kurulmuş; her bir üniversitenin içine merkezden müdahale başlamıştı. Gazete haberlerine göre mesela Selçuk gibi yeni kurulmakta olan bir üniversiteden 27 öğretim elemanı çıkarılmış; bazı üniversitelerden bu karara karşı çıkan 860 öğretim elemanı da ayrılmak zorunda bırakılmıştı. Görevde kalan öğretim üyeleri için özgür çalışma ortamı büyük ölçüde yok edilmişti.
Sistemin üniversiteler üzerindeki baskısı bazen akıl almaz uygulamalara yol açıyordu. Mesela Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü, darbeden üç gün sonra, 15 Eylül 1980’de şöyle tuhaf bir duyuru yapmıştı:
Öğrencilere Duyuru (Beytepe, 15 Eylül 1980): Kampüsümüzde 15.09.1980 günü öğle saatlerinde sıkıyönetim aleyhine elle yazılmış bildiri atıldığı güvenlik kuvvetlerince tespit edilmiştir. Bu olayı yaratan kişiler ortaya konuluncaya kadar araştırma sürdürülecek, bulunmadığı takdirde grubun tümünün öğrencilik hakkı silinecektir. Bu gibi ideolojik olayların her halükarda kesin şekilde bir ay içinde bitirileceğinden emin olunmasını ve hiç çekinilmeden güvenlik kuvvetleri ve idareye yardımda bulunulması gerekmektedir. Bu bilgi Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının emridir. Tebliğ olunur. Rektörlük
Yani Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü, sıkıyönetim kararlarını öğrencilerine tebliğ ediyordu. Ankara kentine etkisi çok açık olan ODTÜ’ye müdahale ise sadece Türkiye’de değil, dünyada da konuşuluyordu. Üniversite rektörlükleri sistemin akıl almaz isteklerine veya kararlarına karşı duramadıkları gibi, sadece birer aracı olma işlevini yerine getiriyorlardı.
Üniversiteler bazen askeri yönetimin ve onun oluşturduğu siyasal iktidarın beklentilerine uygun çalışmalar da yapıyorlardı. Mesela 1985’te neredeyse tüm üniversitelerden seçilmiş bir grup akademisyen, Tunceli Valisi’nin daveti üzerine bir sempozyum yaparak, kentin ‘Türk kimliğini’ ispatlamışlardı! Buna benzer başka ‘akademik’ etkinlik örnekleri de vardı. Bilimsel kriterlere değil, yönetimin beklentilerine uyma zamanıydı.
TAHAYYÜL EDİLMİŞ SESSİZLİĞİ BOZAN SESLER
1980’li yılların şehirlerinde gündelik hayat adeta muhalif seslerden arındırılmıştı. Belki de sesin çıkabildiği yerler sadece cezaevleriydi. Bu da ancak tek tip elbise uygulamasına karşı direniş ve açlık grevi sonucu yaşanan ölümlerle olabilmişti. Türkiye şehirleri ilk kez bu dönemde ölüm orucu ile hayatına son verme deneyimine tanıklık etmişti. İçeriden yükselen çığlık, dışarıdaki sessizlikle çarpışmıştı.
Aynı şekilde Türkiye şehirleri ilk kez bu dönemde tutuklu yakınları tarafından kurulan yeni sivil toplum örgütleriyle tanıştı. Uzun süre sessiz kalmış şehir meydanları farklı bir ses olarak ilk kez onların açıklamaları ile karşılaştı. Gözaltında kayıplara ve olağanlaşmış işkenceye karşı ilk tepkiler tutuklu yakınlarının oluşturduğu bu kurum ve hareketlerden geldi. Şehirlere çöken baskıya karşı ilk ses onların oldu. Didar Şensoy’un, Sacide Çekmeci’nin ve daha yüzlercesinin…
Muhalif sesler kısılırken, hâkim politikanın bütün tonları şiddetli şekilde işliyordu. Ülkede ilk renkli TV yayını o yıllarda başlamıştı ve haber bültenlerinde öldürülmüş muhalif kimselerin yan yana dizilmiş ve genellikle parçalanmış cesetleri gösteriliyordu. Üstelik bu görüntüler toplumsal ürküntü yaratsın diye uzun uzun ve detaylı veriliyordu.
100. doğum yılı olması sebebiyle 1981, Atatürk yılı ilan edilmişti. Şehirlerin her yerine Atatürk büstleri konuluyor, resmi açılışlar yapılıyordu. Konu her ne ise Atatürk’le bağını kurmak bir nevi zorunluluk haline getirilmişti. Bu, o kadar taciz edici bir şekilde yürüyordu ki bir Atatürkçü gazeteci bile Ben Atatürkçü Değilim gibi ironik başlıkla bir kitap yazmıştı.
12 Eylül’ün şehirleri hem mekânsal hem de toplumsal olarak baskıcı devlet politikalarının pratiklerine tanıklık etmişti. Her şey devlet adına; devleti yönetenlerin arzu ettiği gibi işlemekteydi. Başka dönemlerde olduğu gibi o yıllardaki şehir pratiklerinde de anahtar kelime devlet idi. Bu öyle baskın bir imgeydi ki üst düzey devlet görevi yapmış kişiler için bir ‘devlet mezarlığı’ oluşturma kararı da o yıllarda verilmiş ve Ankara ‘devlet mezarlığı’ gibi bir mekânsal olgu ile o yıllarda tanışmıştı.
Sonuç olarak bugünün şehirleri, o yıllarda inşa edilen pek çok kurum, araç, imge ve izleri taşıyor. Dolayısıyla şehir manzaraları bir yönüyle 12 Eylül Darbesi’nin tahayyül edilen şehirleri gibi. Fakat görünürde 12 Eylül’ün savunucusu bile yok. Ne tuhaf!