Moda’da tek başıma yok olmayı beklerken yazdıklarımı okudum bir kez daha. Pyrrha’nın üzerinden tam sekiz yıl geçti. Her yılbaşı “Acaba tekrar olacak mı?” diye nefeslerimizi tutuyoruz ama bir şey olmuyor.

Şarkının bitmesine yakın gözlerimi açıp saate baktığımı anımsıyorum, 03:00:03 yazıyordu. Londra saatiyle yeni yıla gireli üç saniye olmuştu. Kulaklığı çıkardım. Sahilde Onuncu Yıl Marşı devam ediyordu. Gördüğüm ilk tuhaflık Youtube ekranında Cüneyt Özdemir’in olmayışıydı. Pencereden dışarı baktım ve günler boyu devam edecek çığlıkları duymaya başladım: “Oğlummm, kızımmm, annee, babaaaa” Ve isimler... Kim kaybolmuşsa onun ismini haykıran yakınları. Montumu giyip kendimi dışarı attım, Bahariye Caddesi’ne kadar yokuşu koşarak çıktım. Her apartmandan, her daireden ağlama ve çığlık sesleri geliyordu. Kadıköy Sahiline nasıl vardığımı bilmiyorum. CHP’nin miting alanında binlerce palto ve giysi yerlerde duruyordu. Müziği biri kapatmıştı ama sahne ışıkları hala yanıyordu. Bir bebek ağlaması duydum. Elbise yığınlarının içinde bir bebek vardı. Bebeği kucakladım ve o anda çevremde bir sürü çocuk olduğunu fark ettim. Ergen bir kız yanıma geldi ve “Annem yok oldu, annem yok oldu” dedi. Kıza döndüm ve “Çocukları toplamama yardım et, burası çok soğuk,” dedim. Birkaç yetişkin insan daha belirdi. Her beraber çocukları bir araya getirmeye çalıştık. Bebek ve çocuk yirmi kişilik bir grup olarak koşarak eve gittik. Bu çocukların anne babalarının aptal olduğuna emindim, insan sabahın üçündeki bir mitinge neden çocuğunu getirir? Sonradan diğer partilerin mitinglerinde de durumun aynı olduğunu öğrendim. Yan komşunun ziline bastım, yıllarca sadece selam verdiğim ve sadece adını bildiğim Nuran Teyze kapıyı açtı. “İçeride çocuklar var, ben yine sokağa çıkacağım” dedim. Koşarak sahile indiğimde meydanda artık hiç çocuk kalmamıştı. Sanırım benim yaptığımı yapan başka insanlar da vardı.

Döndüğümde Nuran Teyze korkudan uyuyamayan çocuklara sıcak çikolata içiriyordu. Küçüklerden bir iki tanesi beni görünce sanki hep tanışıyormuşuz gibi bacaklarıma sarıldı. Nuran Teyze bana açık televizyonu gösterdi: Tokyo’da jet uçakları arkalarında gökkuşağı izleri bırakıp uçuyordu. “Gittiler kızım, gittiler” dedi Nuran Teyze. Japonya’da gökyüzü masmaviydi, Camlar gitmişti.

Birçok tanıdığım kayboldu ama o insanları gerçekte pek sevmediğimin farkına vardım. Nuran Teyze de yalnız bir dul kadın olduğundan Pyrrha’dan sonra çok üzülmedi. O gece bulduğum ilk bebeğin yakınları ortaya çıkmadı. Onu evlat edindik ve adını da Kore koydum; ülke olarak değil, Demeter’in kızı olarak Kore... Kore’yi Nuran Teyze ile beraber büyütüyoruz. Zamanla evlatlık üç çocuk daha eklendi ailemize.

Böyle bir kıyım tekrar olur mu, kimse bilmiyor. Yeniden bir felaket yaşamamak için insanlığın %60’ının neden yok olduğunu öğrenmemiz gerekli. Bugün kalan ve giden herkesle ilgili istatistik verilere sahibiz; pek çok yanıtımız var ama sorular da tükenmedi. Dünyaca ünlü “dahi”ler ilk üç milyara giremezken, yan komşum Nuran Teyze’yi farklı kılan neydi? Yirmi basamaklı sayıları ezberden çarpan biri yok olurken, okuma yazma bilmeyen bir köylü nasıl hayatta kaldı? Hiçbir ilişkiyi veya işi devam ettiremeyen ben niye hayattayım? Bazı açıklamalarımız var ama çok daha fazlası gerek.

Kierkegaard devasa yalnızlığımızın ve gizemli varoluşumuzun keyfine varmayan herkesin aptal olduğunu söylerdi. Şu ana tutkuyla bağlanırken, ebedi olan hiçbir şeyle bağ kurmayanlar buharlaştı. Ayrım buralarda olmalı, ülkelerde veya ırklarda değil.

Bebeklerin yarısı niye kayboldu örneğin? Yeni doğmuş bir bebeği bilge veya aptal yapan nedir hala bilmiyoruz ama büyürken onları nelerin aptallaştırdığı konusunda hayli fikrimiz var. Yaş ilerledikçe aptallık artıyor, bu nedenle nüfusun çok büyük bölümü genç.

En dramatik ayrım cinsiyetler arasında oldu. Erkekler kadınlardan çok daha fazla kayıp verdi. Bebek ve çocuklarda oranlar eşit giderken, ergen yaşlardan itibarın erkek yok oluşu kadınlara tur bindirdi. İçinde erk olan her şeyin öldürücü olduğunu böylece öğrendik, insanlığı aptala çeviren en belirgin hastalık erkeklikti. (Öte yandan her nasılsa babam hayatta, Brad Pitt veya Teoman da)

Erkeklik gözden düşünce kapitalizm de anlamsızlaştı, mülkiyet ilişkileri de. Saçları rüzgarla dans eden Acem ve Arap kadınları yüzümüzü güldürdü. Şirket yöneticileri de soykırıma uğradı. Apple çalışanlarının tamamı, müşterilerinin birçoğu yok oldu; benzer durum Starbucks için de geçerli.

Zenginlerin, siyasetçilerin, müdürlerin, belediye başkanlarının hemen hepsi silindi. Neredeyse tüm din adamları kayboldu ama atıfeti ibadet olarak gören milyonlarca dindar insan hayatta kaldı. Artık kimse siyasi lider, önder, şirket yöneticisi veya din adamı olmak istemiyor. Boşalan makam odaları bir daha hiç dolmadı. Şirketler patronsuz; camiler hocasız devam ediyor, siyasi partiler tarihe karıştı. %40’ın içinde birey olmaktan vazgeçecek kadar aptal insan yok ve kimse de makam veya kariyer için aptallaşıp yok olmaya niyetli değil.

Endişeli modernlerin keyifli fantezisi de gerçekleşmedi: AKP seçmeni ve CHP seçmeni oransal olarak eşit kayıp verdi. (her iki partinin de yönetim kadroları yok oldu) Yılmaz Özdil iddiayı kaybetti ama bunu hiç öğrenemedi.

İstanbul’da hala altı milyon insan yaşıyor. İhtiyaç fazlası binaları yeşil alan haline getiriyoruz. Nüfus merkez ilçelere kaydı. Zenginlere ait dayalı döşeli ve çoğu hiç kullanılmamış binlerce eve komünler yerleşti. Yalnızlık artık trend değil, herkes bir arada yaşamak istiyor.

Eskisi gibi bir sosyal medya yok, bu biraz da doğal akışında oldu. Tüm Twitter fenomenleri, troller, Ekşi Sözlük yazarları ve Youtuber’lar yok oldu... Bizim düzenli köşe yazarlarından sadece Melih Pekdemir, Doğan Tılıç ve Gözde Abla hayatta kaldı, diğer yazarlar o gece kayboldu. (Neyse ki yazı işleri firesiz hayatta)

Eski eğitim sistemi, şirketler, kurumlar insan değirmeniymiş meğer. Yükselme hırsı (ya da tutunma mecburiyeti) aklın en önemli düşmanıymış. Bunu bizler biliyoruz ama bizden sonrakiler ne kadar farkında olacak? Hırs ve kin kılığına girmiş aptallık, gıdaları bozan bakteriler gibi pusuda bekliyor.

Günde on saat genç insanlara Vendergood dersi veriyorum, yorucu ama gerekli bir iş. Nuran Teyze ve çocuklarla beraber Üsküdar’da bahçeli bir eve taşındık. Evin ziline Candide yazdım. Voltaire, Candide’i uzun bir yolculuğun sonunda Üsküdar’a getirmişti; ben kırk yaşındayım ve kendimi yolun başında hissediyorum. Antropolog harika bir kadınla birlikteyim, ilişkimiz yeni hayat gibi: virgüller ve soru işaretleriyle barışığız. Galiba kalan %40’ın yok olan %60’dan en büyük farkı da bu: Soru sormak ve zaman tanımak.

Sekiz yaşındaki Kore bu sabah bana “Anne sen nesin?” diye sordu. Ona sımsıkı sarıldım.