Dış siyaseti de Karadeniz’in sel sularına kapılan kütük gibi salınan ülke, bir kez daha beklenmedik bir tutum sergiledi: İsveç’in NATO üyeliğine karşı çıkmaktan vazgeçti; bu konuda da çark etti.

Bunun karşılığında İsveç’ten Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine destek sözü alındı.
Birileri buradan çok büyük bir dış siyaset başarısı çıkarsa da, alınan sonuç elmalarla armutların toplanması kadar anlamsızdır.

Çünkü, AB üyeliği, içi boş, kurgusal ya da duygusal yorumlarla değil, somut gerçeklerle ele alınmalıdır.

İPLERİN KOPTUĞU AN

AKP iktidara gelmeden önce yapılan yasal ve kurumsal düzenlemelerle başlayan AB’ye yakınlaşma çabası, AKP iktidarıyla birlikte müzakerelerin başlamasına uzanan hızlı ve parlak bir gelişme yaşadı.

Ancak, tam üyelik süreci Ekim 2005 sonrasında uygun deyimiyle yoldan çıktı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM - 11 Ekim 2005 tarihinde “Leyla Şahin” kararı verdi. AİHM, şimdilerde AKP Meclis Grup Başkanvekili olan Leyla Şahin’in türbanlı öğrenci olma isteğini “Yükseköğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen öğrenci, üniversitenin kurallarını kabul etmiş sayılır” gerekçesiyle reddetti. Bunun üzerine o zaman Başbakan olan Erdoğan karara “Mahkemenin de bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” diyerek çok sert biçimde tepki gösterdi.

İzleyen yıllarda ipler koptu; Türkiye, özellikle hak ve özgürlükler konusundaki AİHM kararlarını tanımaz oldu; eğitim, bilim, kültür ve sanat alanlarında, örneğin Eurovision ve yaz saati uygulamalarında AB’den uzaklaşıldı. O kadar ki Erdoğan, başkanlık düzenine geçiş sırasında AB’den gelen eleştirilere ”Onlar Haçlı İttifakı” diyerek yine dini düzlemde karşı çıkıyordu. Bugünlerde de eğitimle ilgili en ilkel uygulama, okulların cinsiyete göre ayrılması iktidarın gündemindedir.

TAŞ MI DÜŞTÜ?

Başkan Erdoğan’ın, hafta içinde yaptığı Türkiye’nin AB tam üyeliği çıkışı, aslında, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu çok ağır bunalımdan, kimi savlara göre IMF desteğini de içeren “acil” çıkış yolu arayışından başka bir şey değildir.

Ekonominin direksiyonuna getirilen ve para bulmak için Körfez ülkelerine çok sayıda sefer yapan Bakan Şimşek, yıllar sonra ilk kez, Maastricht kriterlerine dikkat çekti. Çünkü, dışarıdan kalıcı bir biçimde para bulmanın da AB’ye tam üyeliğin de yolu o kriterlerin yerine getirilmesinden geçiyor.

Maastricht Kriterleri AB’nin 1990’larda “üye olma koşullarını” düzenlediği iki belgeden “ekonomiye ilişkin olanıdır. 1993’te yürürlüğe giren Maastricht kriterlerine göre aday ülke şu beş konuda: “enflasyon, devlet borçları, bütçe açığı, faiz oranı ve parasının dış değeri” konularında başarım durumuna göre değerlendirilir.

Türkiye’nin bu kriterleri yerine getirmekten ne kadar uzak olduğunu anlamak için bunlardan yalnızca birini alalım: “Toplulukta en düşük enflasyona sahip (en iyi performans gösteren) üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması ile üyeliğe ”aday” ülkenin enflasyon oranı arasındaki fark 1,5 puanı geçmemelidir”. Belirtmekte yarar var, AB’de, şu vurgu ders kitaplarında yer alır: “Enflasyon bir numaralı halk düşmanıdır.” Doğallıkla enflasyonist politika izleyenler de!

“YAPIŞIK İKİZLER”

AB’ye tam üyelik için Maastricht kriterlerinin yerine getirilmesi gerekli, ancak yeterli değildir. Bunların “siyasi” daha doğrusu hukuksal özellikteki Kopenhag kriterleri ile tamamlanması zorunludur. 1995’te yürürlüğe konulan Kopenhag kriterleri: “dört başlık” altında toplanıyor: “İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, azınlıkların korunması”. Tam üyelik için bu kriterlerin üstelik “kurumlaşmış ve kesintisiz uygulanıyor olması” gerekiyor.

Tam üyeliği engelleyen çok sayıda öznel ve nesnel neden vardır. Ancak şurası da bir gerçektir ki, Türkiye, uygulamaya özen gösterme bir yana, yıllardır bu kriterlerden uzaklaşıyor. Aslına bakılırsa, karşı taraftan “olumlu adım” bekleyen Başkan Erdoğan NATO-İsveç bağlamında AB tam üyeliği çıkışıyla ekonomiyi “hukuk olmadan” kurtarmak istiyor. Oysa AB’de AİHM kararlarına uyulmaması düşünülemeyeceği gibi, ekonominin yalnız sağlığı için değil, varlığı için de hukuk ve kurumlaşma altyapısı “olmazsa olmazdır”. Hukuk ve ekonomi, “yapışık ikizlerdir”. Örneğin, AB’de, açık ve yarışmacı bir kamu ihale düzeni olmadan sağlıklı işleyen ekonomi olmayacağı bilinir.

Türkiye için çok daha yıkıcı olan bu konuların ana muhalefet partisinin gündeminde olmamasıdır. Baksanıza, Kılıçdaroğlu CHP’sinin ideoloğu Bülent Kuşoğlu: 10 Temmuzda Cumhuriyet’e verdiği demeçte şöyle diyor: “Bu iktidar muhafazakâr olduğunu söylüyor, ama bizim bildiğimiz Anadolu İslam’ı ile ilgili de sorunları olan, bizim Anadolu Müslümanlığı ile ilgili sıkıntıları olan bir iktidar”.

Başkan Erdoğan, yeniden, tamamıyla içi boş bir AB yakınlaşması sergilerken ana muhalefet, “Anadolu Müslümanlığını” sorguluyor.

Sonuçta, AB’de “ekonomi ve hukuk” düzleminde somutlaşan evrensel değerlerin” savunulması, ülkenin geleceğini karartacak kadar zayıf kalıyor.