Google Play Store
App Store
Birçokları muhtemelen yutkunarak ezberlemiştir ama hatırlatmakta fayda var: Ejder Meyveli Smoothie (Chia tohumu eşliğinde), Efuli (Liçi meyvesi eşliğinde), Aloevera (Starex meyvesi eşliğinde), Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu, Zencefilli Somonlu Suşi, Tartalet içerisinde Humus, Susamlı Levrek Simidi vb. şeklindeki meşhur Saray Mönüsünün bir yanda, “Yoksulluk giderek katlanıyor” haberlerinin öbür yanda yer aldığı bir tablo, en sahici Türkiye’dir.

BirGün’ün üç gün önceki haberi de “milyonlar açlık sınırının altında” şeklindeydi. Dört kişilik bir ailenin Ağustos ayına ilişkin açlık sınırı bin 812 TL, yoksulluk sınırı ise 5 bin 904 TL olmuştur. Halkın yüzde 20 dolayındaki kesimini oluşturan 16 milyondan fazla kişi açlık sınırının altında, yüzde 60’dan fazlası, yani 48 milyondan fazla kişi de yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Peki, toplumun yarısından fazlası yoksulluktan memnun mu, açlık çektiğinin farkında değil mi? Yaşadıkları dünyayı nasıl görüyorlar? Elbette dünyayı kendilerine gösterilen haliyle görüyorlar, ancak böyle var olabileceklerine inandırılıyorlar, neyin ne olduğunu bilmeden inanıyorlar. Çoğu kez de ayan beyan hırsızlıkları gördükleri ve bildikleri halde, kötü insan olmayı bile tercih ederek kendilerine de bir pay düşer diye sessiz kalıyor ve onaylıyorlar. Çünkü aslında sadece iman ediyorlar.

İman etmek ve inanmak farkı, dünya görüşü ve ideoloji bu durumu nasıl açıklar? Yakın dönemde “Emperyalizm bitti küreselleşme başladı” diyenler bir de şunu ilave ediyorlardı: İdeolojilerin de sonu geldi! Neo-liberalizm kendi hükümranlığı için kendisini de ideolojisizmiş gibi sunuyor, özellikle sol fikirleri kast ederek ideolojiye “mega narrative” yani büyük anlatı / masal da diyordu. Neoliberalizm vahşetindeki düzenbazlık ve sömürü, böylece kendi gerekçelerini, ideolojilerin iflas ettiği, tek çarenin kendisine biat olduğu argümanı üzerine kuruyordu. Çünkü tek dertleri ezilenlerin, sömürülenlerin aslında başka masallara kulak vermesiydi.

Başta en kadim mega-mega narrative olan dinsel kimlikler olmak üzere milli-etnik kimlikler işte o Ejder Meyveli Smoothie masalarının ve masallarının başında sergileniyor. Ve böylece dünya halklarının küresel neo-liberalizm ideolojisinin hipnozu altında uyutulması sağlanıyor.

Şimdi özellikle Ortadoğu’da mezhepler çatışması girdabında o masalı yeniden üretiyorlar. Dünyevi acıları dindirmek/uyutmak bakımından afyon niyetine yutturulan uhrevi dinsel imana ilaveten televizyon dini dolayımında bir hipnoz da devam ediyor.

Nasıl ki TV ekranlarında, mesela ‘akıllı bombalar’ fırlatılırken, savaş uçağının kokpiti gösterildiğinde, TV seyircisi sanki kendisi de oradaymış hissine kapılıyor, böylece sıradan ve sahici insanlardaki suça ortak olma sanrısı marifetiyle, savaşın eleştirilmesinin de önü alınmış oluyorsa; şimdi de bir süre daha Reis ile özdeşlik imanı sayesinde sanki o Saray sofrasında Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu yiyorlarmış gibi hissetmeleri bile sağlanıyor.

Yerseniz! Ama hâlâ yiyenler var işte…

Albert Camus, “İnsan aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer” diye yazmıştı. Lakin böyle deyince, “kriz çıkacak ve inanç sahtekârları gidecek” gibi otomatiğe bağlanmış bir neden-sonuç ilişkisi yok ne yazık ki. Mesela Avrupa’da Naziler, o aç insanlara yesinler diye, üstün ırk, Yahudi düşmanlığı gibi başka inançlar sunmuştu. Şimdi de önce göçmenleri yiyelim diyorlar ve öyle çoğalıyorlar. Nitekim Türkiye’deki faşizmin de tüm gezegende olduğu üzere kitle tabanı sıkıntısı yok. (Gerçi insanın şu ekonomik gidişata bakıp “her şerde bir hayır varmış iyi ki AKP gitmemiş” diyesi geliyor. Ya kazara CHP filan kazansaydı!)

İdeoloji bir bakıma bilmek ya da bilmemek halidir. Ve öyleyse, ne olduğunu bilmeden inanmak imandır. Ne olduğunu bilerek inanmak inançtır. Bilmeden inananların imanı tükenmez. Şimdi biteviye sınıfsal bilince yönelik inancı, yani aslında ne olduğunu anlatmak ve göstermek zamanıdır.

Nasıl mı? Yıllar önce Zapatistaların efsane komutanı Subcomandante Marcos şöyle demişti: “Biz bir cevap hareketi değil soru hareketiyiz. Biz soruyoruz halk cevaplıyor. Sonra bir soru daha soruyoruz... Yani herkesin her karara katıldığı, yetkisini başkasına devretmediği biçimde [yaşamak istiyoruz].”

Aç kalan insanlara iman gücüyle yedirecekleri, düşmanlık ve savaş ve biat ve menfaat ve korku kaynağından beslenen ve yemekle tükenmeyen bir dizi sebep var ceplerinde. Öyleyse işimiz zor ve Marcos’un söylediğine ilaveten, bizler de öncelikle doğru sorular sormasını bileceğiz, hazır cevaplar sunmayacağız, bizim de kendimize dair hazır cevaplarımız olmayacak… Çünkü derdimiz, aç insanların karnını doyurmasıdır.

Öyleyse bugün için asıl soru aç insanların neden hâlâ başkaldırmadığıdır.

Bu arada Tevfik Fikret’in şu şiiri de, Zencefilli Somonlu Suşi masası için yazılmışçasına güncelliğini korumuyor mu?

“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!/ Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;/ Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay... / Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar. / Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...”