İnsanlık tarihinin büyük suçları işlenirken kitlelerin ne yaptığı sorusu sosyal bilimcilerin meselesi değildir yalnızca; siyaset ve toplum üzerine düşünen, geleceğinden şüphe duyan herkesin mesaisi olmalıdır. Almanların Holokost sırasındaki suskunluğu ya da Batının Srebrenista’daki katliamı seyredişi çekimserlik ya da basit bir onaylamayla açıklanamaz. Otoriter rejimlerin ve savaşların gölgesinde yaşamaya mahkûm edilenler muhakeme yeteneklerini ve öngörülerini kaybeder. Politik eylem kabiliyetleri de vicdanları da eriyip gider. Geriye kalan sadece hayatta kalma, ‘düzenini’ koruma ve cezalandırılmama istencidir. ‘Başkalarının’ acısına yabancılaşma bu sürecin kaçınılmaz sonucu olur.

Brüksel’deki katliam sonrasında Batı basınında çıkan kimi özeleştiri metinleri önemliydi; Türkiye’deki katliamlara sessiz kılınmasını eleştiren makaleler cılız da olsa dayanışma çağrısı yapıyordu. Buralarda ise iklim çok başka. 10 Ekim katliamını takiben memleket vasatında ‘oh olsun’ diyecek kadar alçalanlar, ıslıklayanlar varken Brüksel’deki saldırıların kınanması herhalde düşünülemezdi. Zaten devletin tepesinde hemen “alma mazlumun ahını” şarkısı söylenmeye başlandı. Onlara göre Brüksel’de yaşananlar, Avrupa Konseyi binasına yakın bir yerdeki PKK çadırına müsamaha edilmesinin ‘doğal sonucuydu’. Ölenlere ‘yazıktı’ ama ‘etme bulma dünyasıydı’. Türkiye zaten uyarmıştı, ötesinde failleri sınır dışı etmişti vs.vs... Bu sefer Batı’ya ‘oh olsun’ korosu sahneye çıktı tıpkı Paris katliamı sonrasında olduğu gibi. Türkiye’de gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan ve sonra onlarca insanın canına kıyanların hesabını sormak ya da vekâlet savaşlarında Türkiye’nin rolünü tartışmak yerine ‘gördünüz mü’ demeyi tercih edenler çoğunlukta. IŞİD sorumlusu olarak göstermelik bir operasyonla mahkeme önüne çıkartılan cihatçıların serbest bırakılmasını alkışlarken barış bildirisine imza attı diye tecride alınan akademisyenleri taşlamak ise yeni milli sporumuz. Ne de olsa akıl firarda, vicdan çukurda!

İktidar bloku, laik eğitim sistemini ‘aşmanın’ sadece müfredatla, kadrolaşmayla mümkün olmadığına inandığından nicedir İslamcı vakıfları seferber etti. Bu alanda ‘tecrübeli’ Gülen cemaatine savaş açıp cemaatin okul, yurt ve evlerini kapattırınca kendi güdümündeki vakıf ve derneklere öğrenci transferinin yolunu açtı. Bu ‘transfer’ gönüllü değil zorunluydu ve belli ki resmi kurumların ‘teşviki’ ile gerçekleşiyordu. Cemaatten boşaltılan sahada at koşturan vakıflara ‘pozitif ayrımcılık’ uygulanınca çığ gibi büyüdüler. Denetimden ve de şeffaflıktan uzak bu yapılanmalar, hocalar için ikbal kapısı, çocuklar için biat fabrikasına dönüştürüldü. Taciz ve tecavüz skandalı patlak verdiğinde iktidarın ve kalemşorlarının korumaya çalıştığı işte tam da bu düzen.

Muazzam bir rant ve kirli ilişkiler ağının biçimlediği ‘faaliyetleri’ korumak, iktidarı muhafaza etmekle eş. Asıl tüyler ürpertici olan memleket vasatının iktidar kanonuna uyması, suçu yaratan mekanizmaları görmeyip ‘kurumları yıpratmayalım’ argümanına sığınması. Üniversiteler ‘şer odağı’, ordu tümden darbeci, yargı ‘dedelerin tekelinde’ olarak tarif edilirken neredeydi kurum hassasiyetiniz! Ateistlik üzerinden Nesin Vakfı’na saldırırken, Cemaat gazeteleri binbir iftirayla ÇYDD’yi hedef alıp ‘subaylara kız öğrencileri peşkeş çekmekle’ suçlarken ‘kurumların’ önüne yatan ne bakan ne de milletvekili vardı! Şimdi kalkıp kendini savunmak için o yalanlara yeniden başvuranlar hala mı Kabataş’tasınız? Her gün iktidarın eteğindeki vakıfların kepazelikleri ortaya çıkarken inkârcılığınız hangi ‘medeniyet’ kavramına sığar?

İkiyüzlülüğün toplumun hem tutkalı hem de çürümesinin müsebbibi olduğuna tanıklık ettiğimiz günlerdeyiz. Hızlı bir biçimde içe kapanıyoruz. Kamusal alanlardan çekiliyoruz, yanı başımızdakinin acısına kayıtsız kalıyoruz. İçe kapanma muhakeme duygusunu yerle bir ederken, politik bir özne olduğumuz bilincini de erozyona uğratıyor. Hal böyleyken yandaşlık kadar yandaşın içinde yaşadığı zehirli atmosfer de sirayet ediyor memlekete; akıl ve vicdan beraber tükeniyor. Muhbir vatandaşlar ‘ödüllerini’ ceplerine indirirken, faili meşhurlar katliam tezgâhlıyor. Komplo teorilerine teslim olanların çoğaldığı fakat bizim burnumuzun dibindeki gerçeği gösteremediğimiz günlerdeyiz. Yapılması gereken ilk iş, ‘içe kapanma’ handikabını aşacak hamleler yapmak. Silahların konuştuğu bir baharı değil, özgürce fikirlerin tartışıldığı, laik ve demokratik bir geleceğin inşa edildiği bir ülkeyi parklarda, meydanlarda, sokaklarda yeşertmek.