Ahmet’in, Ayşe adında üç yaşında cin gibi bir kızı var. Ayşe, kampta ateşe odun atılırken hüzünleniyor: “Odunlar keyfimiz için ateşe atılıyorlar.”

Böyle demesinin nedeni o yaştaki çocukların neredeyse tamamının nesneleri canlı sayması. Çocuk kitapları kaş göz çizilerek “canlandırılmış” nesnelerle dolu: Gülümseyen elma, korkan ağaç, neşeli otomobil. Çocuk dünyasında her şey canlı olabilir, tüm hayvanlar, bitkiler veya süt şişeleri sizle konuşabilir.

Ayşe kocaman yemyeşil gözleriyle dünyaya merakla bakarken, ateşe atılan odunların korku dolu gözleriyle karşılaşıyor. Hava çok soğuk olduğu için ateşe yakın durmak hoşuna gidiyor ama yaşanan korkunç odun katliamı karşısında etik bir ikileme de düşüyor. Şimdi Ayşe’nin kafasında yapısal bir soru var: Odunların tarafında mı olmalı, yoksa ateşin mi?

***

İnsanın nesnelerle ilişkisi zamanla değişiyor. Yaşımız ilerledikçe nesnelere kaş göz yapmaz oluyoruz. Ergenliğe kadarki çocuk dünyasında pijamadan terliğe, okul defterinden silgiye neredeyse her nesnenin üzerinde kaş göz ağız çizimleri varken, ilerleyen yaşlarda bu alışkanlık yok oluyor. Elli yaşında birinin çantası, defteri veya otomobili kesinlikle kaşlı gözlü olmaz, biz buna ciddiyet diyoruz.

Açık havada ateş yaktığımız yer Kazdağları’nda veya Abant’ta değildi. Ahmet’le Kilis’te tanışmıştım. Suriyeli sığınmacıların toplandığı çamur içinde bir kamptaydık. Ahmet kucağındaki Ayşe ve yanında duran beş yaşlarındaki oğlu Şervan’la ateşin başında oturuyordu. Karısı ortada yoktu, bu konuda bir şey sormadım. Şam Üniversite’sinde ziraat okumuş, babadan kalma elma bahçesini rehin verip Türkiye’ye gelmiş. Bu “rehin verme” sözünü Suriyelilerden sık sık duyarsınız. Mallarını satmayıp, bizdeki “muhtar tapusu” gibi resmi olmayan bir belgeyle güvendikleri birine emanet ederler ve karşılığında bir miktar para alırlar. Bir gün savaş bitince bu belge hala işe yararsa Ahmet elma ağaçlarına kavuşacak.

Ayşe minik ellerini ateşe doğru uzatırken, gözleri dolu dolu. Yanan her odunun acısını içinde hissediyor ama yine de ısınmak için ateşe yakın duruyor. Bu sahne bana Katar Türkiye arasındaki bir boru hattıyla voliyi vurma hayaline kurban giden milyonlarca insanın acısını özeti gibi geliyor.

***
Kendimi bildim bileli “Almanya’ya göç eden Türklerin entegrasyon sorunu” diye bir kavram duyarım. Almanya’ya 1961 ve 1973 arasında on iki yılda toplam 800 bin Türkiye vatandaşı kabul edilmiş. Türkiye üç yıl içinde 5 milyon Suriyeli girdi. Dünyanın her yerinde yoksul aileler için çocuk en büyük yatırım aracı, bu nedenle Suriyelilerin Türkiye’deki doğum hızı çok yüksek. Şartlar değişmezse 2040 yılına gelindiğinde Türkiye’deki Suriyeli nüfusu, Kürt nüfusundan fazla olabilir. Neredeyse hiçbiri iyi eğitim alamayan, iyi eğitimi bir yana bırakın unutulmaz travmalarla büyüyen devasa bir insan kitlesi. Dünyanın en gelişmiş ülkesi Almanya, görece çok az sayıda Türk’ü altmış yıldır “entegre” edemezken, Türkiye milyonlarca Suriyeli’yi ne yapacak? Ama bunlar uzun vadeli kaygılar. İşini bilen bir sağcı için bugüne Allah kerim, yarına kısmet derim.

2001 krizinde Türkiye moral olarak çökmüş durumdaydı. Bugün 2001’den çok daha sert bir kriz yaşıyoruz ama her nedense benzer bir moral çöküntü yok. Bunun baş nedeni AKP’nin ana akım medyadaki hakimiyeti ve propaganda gücü gibi görülebilir. 2001 krizinin çok daha sert algılanmasının nedeni Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Cem Uzan medyalarının ihale aşkıyla depresyonu sonuna kadar körüklemesiydi ama bu tek başına yeterli bir açıklama değil.

***

Krizler en sert darbeyi en alttakilere vururlar. Türkiye’nin en altında beş milyon Suriyeli var artık. Bu insanlar en berbat işlerde çalışıp, en kötü koşullarda yaşıyorlar. Onların emeğinden elde edilen artı değerin bir kısmı Türkiye yoksullarına sosyal yardım olarak dağıtılıyor, büyük kısmı da avantaya gidiyor.

Kabaca anlatayım: Suriyeli işçiye 4000 lira değil, 2000 lira maaş ödüyorsun. Suriyelinin hakkından çaldığın 2000 liranın 500 lirasını yoksul Türk’e “yardım” olarak verip, 1500 lirasını da cebe atıyorsun. Böylece yoksul Türk seçmenin ağızına bir parmak bal sürülüyor. Suriyeli emeğinden elde edilen kazancın aslan payı Türk KOBİ’lerine gidiyor. AKP’nin sermaye kaynağı olan küçük ve orta boy işletmeler usülsüz çalıştırdıkları Suriyeli işçilerin emeği üzerinden vergisiz bir servet elde ediyorlar. KOBİ’lerin varlıkları siyasal bir network’e üye olmakla bağlantılı. Bu network’ün ortasında hemşeri dernekleri ve tarikatlar, tepesinde AKP var.

Özetle Şam Üniversitesi’nde ziraat okuyan Ahmet’in alınteri, Türkiye’nin en yoksullarına sus payı, AKP sermayesine kar payı olarak dağıtılıyor. Suriyeliler bizi sömürmüyor, tam aksine biz Suriyelileri sömürüyoruz.

***

2021’den beri devam eden ekonomik krizin, 2001’deki gibi hissedilmeme nedeni büyük oranda bu durum. Sabit maaş alan ve her geçen gün kredi kartı borcuna biraz daha gömülen CHP seçmeni, AKP’nin zaten umrunda değil. Yoksul AKP seçmeni Suriyelilerin sırtına çıktığı için bataklıkta olduğunu hala pek hissetmiyor. AKP’in sermaye kaynağı olan küçük ve orta boy işletmelerin de çoğu Suriyeli sömürüsüyle krizi daha hafif atlatıyor.

Türkiye’nin ortasında beş milyon insanın etiyle beslenen bir ateş var. Ateşin sıcaklığı hoşumuza gittiği için, nelerin yakıldığına bakmıyoruz bile. Ateşe atılan insancıkları tanımamak, onları görmemek, o insanları odun sanacak kadar duyarsız olmak bizim ayıbımız. Bu ateşin gelecekte neleri yakabileceği de hepimizin sorusu.

Suriyeliler keyfimiz için ateşe atılıyor. Keşke hepimiz Ayşe’nin gözlerine sahip olabilsek.