Bu hafta 1 Eylül ve 21 Eylül arasında bir yerden dünya barışına bakıyor kişisel saatim. 1 Eylül, Almanya'nın 1939 yılında Polonya'yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı tarih. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerinin barış içinde bir dünya bilinci yaratmak ve unutmamak amacıyla barışın önemini hatırlamak üzere Dünya Barış Günü için seçtiği tarih olarak benimsenir. 21 Eylül’se Birleşmiş Milletler tarafından 1987 yılında dünya çapında çatışmaların önlenmesi ve barışın sağlanması için Uluslararası Barış Günü olarak kutlanıyor. ‘Kutlanacak bir durum mudur barış?’ derseniz, en azından bu soruyu soracak kadar farkındasınız demektir.  Kutlayacak bir şey olmasa da hiç değilse bir gün olsun çanlar çalınmalı. Dünyanın her yanında süren kötülüklere dikkat çekmek ve dur demek için. Sıradanlaşan günlerden bir gün olsun da etraf inlesin, birileri de duysun değil mi? İşte her 21 Eylül’de Birleşmiş Milletler Merkezindeki “Barış Çanı” bu niyetle çalınıyor. Üzerinde “Yaşasın Tam Dünya Barışı” yazısıyla dünyanın her köşesinden çocukların bağışladıkları bozuk paralarla savaşta yitirilen insanların anısına Japonya tarafından yaptırılan çan fikri etkileyici. Ama gerçekte Birleşmiş Milletler ülkeleri dâhil kimseyi pek de etkilemiyor. Olsa olsa “çanlar kimin için çalıyor?” sorusunu önümüze getirebilir. Hemingway’in unutulmaz eseri en zorlu koşullarda, en korkulu ve sancılı günlerde ölümü bile göze alan umutlu ve inançlı insanların ortak amaç için bir araya gelişlerini anlatır.

Barış için sözü ve duruşu net aydın insanların ateşe verildiği Sivas Katliamı’nın 30 yıllık davası 14 Eylül günü iki barış günü arasına yerleşti. G20 zirvesinde "İnancımız, kültürümüz ve kökenimiz ne olursa olsun hepimiz 8 milyarlık büyük insanlık ailesinin birer ferdiyiz." mesajı veren CB “kâfirleri” ateşe verenlerin yanında saf tutarak bir “mazlum katili” daha öldürme gerekçesini kutsayarak affetti.

Dünya barış günleri belirlenen tarihlerde kutlana dursun, her yıl barışa en uzak kişilerin ağzından süslü barış mesajları dökülsün. Savaşlar, kıyımlar, vicdansızlık her yerden sürgün vermeye devam ederken en doğrusu yaşamını barışa adamış gerçek kahramanlara yüz çevirmek, onlardan güç almak olmalı. Onlar sizi yanıltmaz ve kimseyi yalnız bırakmaz. Ben de öyle yaptım.

Başkanı olmaktan onur duyduğum Ege Barış ve İletişim Derneği kurucu başkanı Osman Özgüven’in barışa adanmış yaşamını konu alan “Komünist Osman” belgeseli derneğimizle Midilli’de eş zamanlı olarak kurulmuş olan kardeş dernek Siniparksi işbirliği ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla 2 Eylül akşamı Midilli Belediye Tiyatrosu salonunda gösterildi. İki dernek neredeyse çeyrek asırdan fazla zamandır Ege’nin iki yakasından dünya barışı ve halkların kardeşliği için el ele, güçlü ve anlamlı bir ortaklık sergiliyor. Kurucu başkanlar dönemin Dikili belediye Başkanı Osman Özgüven ve Midilli Belediye Başkanı Stratis Pallis öncülüğünde yıllar içinde aralarında Theodorakis ve Zülfü Livaneli’nin de bulunduğu sayısız sanatçı ve aydının desteğini alarak barış adına adım attılar ve kuşaklara aktarılan bu deneyimle somut ve kalıcı bir bilinç yarattılar. Midilli’de dört başkan bir aradaydık. İkinci başkanımız Tunç Soyer’in İzmir ve Midilli arasında dostluk, turizm ve ticaret ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayarak başlattığı feribot seferlerinin bu sezon için son yolculuğunda Midilli Belediye Başkanı’yla birlikte imzaladığı kentleri ve halkları arasında iyi niyet beyanı törenine Osman Özgüven, Bülent Tanık ve Siniparksi’nin başkanıyla birlikte eşlik ettik. Siniparksi bugün 2015’ten bu yana savaşlar nedeniyle Türkiye ve Yunanistan kıyılarında öne çıkan zorunlu göç ve trajediye duyarsız kalmayarak özveriyle insan hakları savunusunda somut tutum alıyor, göçmenlerin koşullarının iyileşmesi için çalışmalar yürütüyor. Başkan Willy Tendoma Zervou iki derneğin kuruluş sürecinde 10 yaşında bir çocuk olarak bu aydın insanların mücadelesine tanıklık ettiğini ve bugün onların mücadelesine omuz vermekten onur duyduğunu söylüyor. Tunç Soyer’in Zervou’ya bir plaket takdim ederken paylaştığı; “Savaştan beslenen çok. Ama biz biliyoruz ki barıştan beslenen halklar var. O yüzden halklarımıza barışın gücünü, barışın güzelliğini, barışın değerini daha çok anlatmalıyız. Onun için belediyelere olduğu kadar derneklere de çok iş düşüyor. El ele vermeli ve daha çok bir araya gelmeliyiz” mesajı da bir o kadar anlamlı.

Yeryüzünde ırk, din, dil ayırt etmeksizin; herkesin eşit ve özgürce yaşadığı barış dolu bir gelecek talebi, günümüz dünyasında egemenlerin güç savaşlarının gölgesinde yazık ki artık sıradanlaşan içi boşalmış naif bir temenni gibi. Artık barış insana değil dünyaya lazım. İnsanın insanla değil dünyayla barışını konuşmak ve savunmak için yaşamın her alanında barışı haykırmazsak bu kavramı yaşamın gerçekliği içinde var edemeyiz. Bu nedenle Ege’nin iki yakasından barış savunucuları olarak hazır bulunduğumuz Gökmen Ulu’nun yönetmenliğini yaptığı belgesel “barış belediyeciliği” ve “barış gazeteciliği” gibi yeni tanımlanmış bir kavrayış için örnek bir yaşam öyküsünü izleyiciye sunuyor. Osman Özgüven’in cesaret ve sorumlulukla başlattığı bu anlayış bugün Tunç Soyer gibi belediyeciliği rutin kamu ve altyapı görevlerinin yöneticiliği olarak görmeyen başkanlarımızla sürüyor.

Midilli dönüşü barışa adanmış hayatların izini sürerek barışa ve iyiliğe inancımı tazeleyecek notaların peşine düştüm. Maria Farantouri ve Zülfü Livaneli Atina’da antik tiyatroda 7 Eylül günü 45 yıllık dostluğun ve yoldaşlığın şarkılarını söylediler. Geçmişlerinde ülkelerinde cunta baskısı ve türlü zulümlere tanık olan bu iki usta, sanatın devrimci bir ruhla buluşmasıyla birlikte sadece kendi ülkelerinde değil dünya üzerinde geniş kitlelere ulaşarak yarattığı umudun günümüze uzanan iki önemli temsilcisi. Elbette geceyi ikisini de yaşamında önemli yer tutan Theodorakis’e adayarak bizi antik tiyatronun büyüsü içinde kanatlarına alarak belki de çağlar ve kuşaklardır özlenen duygular ve anılar arasında dolaştırdılar.

Zülfü Livaneli’yi ilk kez İstanbul şan tiyatrosunda 1984 yılında dinlemiştim. Annem kalabalık anlarda, öyle bir yoğun talep arasında dostlarını yormak istemezdi hiç. Beni tanıştırması için nasıl tutturduğumu ve o gün sahneye bu sefer olduğu gibi “merhaba” diyerek girdiği ilk andan itibaren salona yayılan ortak duyguyu ve duygulu, kitlesel coşkuyu bugün gibi hatırlıyorum. Aynı heyecanla aldık yerlerimizi Eren Aysan ve o gün benim olduğum yaşta olan genç arkadaşım sevgili Ayla’yla birlikte. Bu yıl canım Eren’le 30 yıllık yorgunluğumuzu, kırgınlıklarımızı dindirmeye olan ihtiyacımızla yola çıkmıştık. 80’lerde evimizdeki pikapta tanıştığım ve o günden bu yana dinlediğim Theodorakis ve Farantouri şarkıları yanında Zülfü Livaneli’nin ülkemizin acılarına, özlemlerine, hem Ayla’nın hem bizim gözyaşlarımıza ortak duygulara ses ve ruh olmuş besteleriyle birlikte opera sanatçısı dostum Teyfik Rodos ve Görkem Ezgi Yıldırım’ın eşliğiyle benzersiz bir akşam yaşadık. Atatürk ve Venizelos’la başlayan dostluğun dünya barışına örnek olması için, son dönemde Türkiye ve Yunanistan’da yaşanan orman yangınları, depremler ve tren kazalarında gösterilen dayanışma bize halkların barış ve dostluk talebini somutluyor. Barışın artık ülke ve devletlerin sınırlarını aşan bir sahiplenişle insanlığın kurtuluşu için, iklim ve doğa barışıyla birlikte yükselmesinin gerekliliği iki sanatçının mesajlarında somutlaştı. Bazen kötüye sırt çevirip iyiyle yükselmek iyidir. Ataol Behramoğlu’nun Sivas Katliamı sorasında yazdığı Zülfü Livaneli bestesi “Yangın Yeri”ni Maria Farantouri’nin sesinden yunanca dinlerken, antik tiyatronun en yüksek köşesinde çağlara meydan okuyan bir taşın üzerinde filizlenen yaşama, rüzgârda salınan bir tutam ota baktım.

“Biraz daha dayansak

Göreceğiz çiçeklendiğini bademlerin

Güneşte ışıyan mermerleri

Denizi, kıvrımlı dalgalarını denizin.

Biraz daha dayansak

Biraz, biraz daha yükselsek.

Burada bitiyor denizin yapıtları, aşkın yapıtları.

Bir gün yaşayacak olanlar bu bizim sonumuzun geldiği yerlerde –

anılarındaki kan kararırsa, taşarsa eğer

unutmasınlar çiriş otları arasındaki biz güçsüz ruhları,

Erebos’a döndürsünler kurbanlarının başlarını:

Bizim ki hiçbir şeyimiz yoktu, barışı öğreteceğiz onlara.”*

*Yorgo Seferis / Destansı Öykü - Çeviri: Cevat Çapan