Belleğimdeki görüntü sararmış bir fotoğraf gibi. Dedem, bir radyonun yanında oturuyor. Eskilerin deyimiyle “ajans”ı dinlemeye çalışıyor. Yüzü asık. Demek pek yolunda değil memlekette işler. Araya giren paratize de sinirlenerek bir hışımla radyoyu kapatıyor. Dudaklarından; “Çiğnendi, yazık, yine milletin ümmidi bülendi / Kanun diye kanun diye kanun tepelendi!” dizeleri dökülüyor.

Gerçekten de bir kuşağın ezbere bildiği şiirlerdi bunlar. Tevfik Fikret’in artık günlük yaşamın içine oturmuş kalemi nice padişaha, sadrazama, devlet adamına ve olağanüstü mahkemelerin düzmece yargıçlarına atıfla kullanıldı, durdu.

Tarihimiz, onca yasak, gözdağı, baskı, sansür, gizli sansür ve hatta satın almanın sanatçılara uygulanma çalışmasıyla dolu. Dönemin padişahı, “Servet-i Fünun” dergisini Hüseyin Cahit’in Fransız yazar Lacombe’den çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” yazısında, “Fransız İhtilalinden bahsediyor!” gerekçesiyle kapattı ama Tevfik Fikret’lerin önünü açtığı özgür düşünme yolunu kapatamadı!

Çünkü çok eskiden beri istenilen anlayış belliydi. Alman generallerinin karşısında esas duruş yapmaktan topukları aşınan İttihat ve Terakki’nin diktatör bozması Enver Paşa, ta o zamanlar yaverinin kulağına fısıldamıştı: “Gözlerimi kaparım / vazifemi yaparım!”

Ziya Gökalp’ten apardığı bu sözü kendince uygulamaya girişmişti.

Çok sonra Haldun Taner, “Gözlerimi kaparım / vazifemi yaparım”ı, o olağanüstü hiciv ustalığıyla yazdığı oyununun adı yaptı yapmasına ama düzen değişmedi!

Hüseyin Rahmi, “Ben Deli Miyim?” romanıyla, yargıç önüne çıkan ve yapıtını savunan ilk romancımızdı. Mahkeme salonunda, sanatçının, toplumsal sorumluluk adamı olduğu vurgusunu yaparken, “ilim ve hakikat namına yürümek ve insanlardan hiçbir şey gizlememek” göreviyle yükümlü olduğunu hatırlatıyordu. Yüz yıl kadar önce bir yazar aslında romancılığını anlatıyor, ne acı ki, kendini, savunma görevini yerine getirirken buluyordu.

Tek parti yıllarında edebiyatçı ve sanatçılara kök söktüren başbakan Şükrü Saraçoğlu, kendi döneminde eskilere rahmet okuttu ama düşün ve sanat adamlarının çağdaş kazanımlar elde etmesinin, özgürlükçü eserler vermesinin önüne geçemedi. Sait Faik’in “Medar- ı Maişet Motoru” kitabı henüz dağıtıma bile girmemişken Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılıverildi. Sait Faik, “Hayatı toz pembe görüyordum ki mahkemeye verildim. Romanda, kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!” demek zorunda kaldı.

Adı Demokrat olan partinin yöneticileri uluslararası sermaye odaklarının kucağına oturdukları dönemde, şiirimizdeki “1940 - teslim olmayanlar kuşağını” ağır ceza mahkemelerinde ağırladılar ama yine düşünceye kilit vuramadılar. Geriye Arif Damar’dan Şükran Kurdakul’a nice aydınlanmacı isim kaldı.

12 Mart’lardan 12 Eylül’lerden günümüze kadar düşün ve sanat adamlarını yine mahkeme kapısında buldu kendini. Geriye buruk geçmişimiz kaldı. Melih Cevdet, “Yanyana” kitabından ötürü hakkında yedi buçuk yıl hapis istemiyle dava açıldığında, Jean Paul Sartre’nin bir sözünü anımsamıştı: “Önemimizi Alman işgalinde anladık.” Kinayeli bir sözdü bu. “Beni de mi mahkeme kapısında bekletiyorsunuz abiler!” diyen.

Demem o ki, bizlere onların pek alışık olduğumuz boyun eğmeme mirası kaldı. Bugün hâlâ sırtımızı dayadığımız.

Yine belleğimdeki sararmış fotoğrafa dönüyorum. Dedem, üzerinde kahverengi hırkası, pencerenin yanındaki berjer koltuktan dışarı bakıyor:

“Dede, sözünü ettiğin şair bugünleri mi anlatıyor?”

“Bugün hiç öyle şeyler yaşanır mı? Hâşâ” diyor gülümseyerek…