Beyin göçü, bir ülkenin nitelikli insan gücünün kalıcı biçimde başka ülkelere gitmesidir. Türkiye, uzunca bir süredir ve artan oranda bunu yaşıyor. 

Ancak, beyin göçü olgusu son yıllarda sayısal olarak o kadar büyük boyutlara ulaştı ki, toplum açısından buna beyin göçü demek hiç de durumu açıklamaya yetmiyor; ülke beynini yitiriyor; uygun deyimiyle tükeniyor!

Bilim insanı kendi ülkesinde bilimsel araştırma olanağı bulamadığında başka ülkelere göç eder; bunun tarihteki en büyük örneklerinden biri, 1930’larda Alman faşizminden kaçan bilim insanlarının ülkemize gelmeleridir.

Günümüzde bunun tam tersi bir süreç yaşanan Türkiye’den, son 10-15 yılda, binlercesiyle üniversiteden uzaklaştırılan, araştırma özgürlüğü olmadığı için bilimsel çalışma olanağı bulamayan ve Boğaziçi örneğinde yaşanmakta olduğu gibi kurumsal baskılarla karşılaşan bilim insanlarının yurt dışına gidişlerine tanık olunuyordu. Ayrıca doktorlar da çoğunlukla çalışma koşulları nedeniyle yurt dışına gitmekteydi.  

Ancak, geçen hafta yapılan bir basın açıklaması beyin göçünün bir başka, çok daha yıkıcı ve acı boyutunu olduğunu kanıtladı. Akademik Dayanış Platformu (ADAP) adlı ve “tamamıyla bağımsız olduğunu özenle vurgulayan” bir oluşum, “12 bin civarında akademisyenin yurt dışına gittiğini” açıkladı.

Korkunç ve ürkütücü olan bu göçün “nedenidir”!

Açıklamada şöyle deniliyor: “Akademinin pek çok sorunu var. Liyakat, mobbing vs. var ama şu son geldiğimiz noktada ekonomik sorunlar o kadar ciddi bir boyuta ulaştı ki biz artık diğer sorunları ikinci plana atmak durumunda kaldık. Akademisyenler gerçekten geçinemiyor. Yaşamsal faaliyetlerini bile karşılamakta zorlanıyorlar”.

Açıklama şöyle devam ediyor: “Türkiye’de akademisyenlerin zihinleri geçim sıkıntısıyla, gelecek kaygısıyla, ayın sonunu nasıl getireceğim, kiramı nasıl ödeyeceğim, evden çıkarılırsam ne olacak sorularıyla o kadar meşgul ki biz artık gerçekten akademik faaliyetlere odaklanamıyoruz. Eskiden akademi çok popülerdi ve bütün başarılı öğrenciler akademiye yönlenirdi. Şu an böyle bir durum yok. Hatta bazı bölümlerde akademisyen bulamıyorlar”.

Bilim insanını bu duruma getiren bir ülke için “yaşıyor” denebilir mi?

Ancak bu noktaya nasıl gelindiğinin şöyle bir açıklaması var.

BİR BAŞKA BAŞKALAŞIM!

Başkan Erdoğan, tam 22 yıl önce, 14 Ağustos 2001’de Ankara Bilkent Otelinde, üzerinde “Aydınlığa Açık Karanlığa Kapalı” yazılı ışıklı panonun altında şöyle diyordu:

“AK Parti’de asla bir lider diktatoryası olmayacaktır…

…siyasetçilik makamını bir “kolay servet ve imtiyaz aracı” olarak görme hevesine son verece(ğiz)...

Hak kısıtlamaları, özgürlük ihlalleri ve işkence nedeniyle başka ülkelerden azar işitmek bu ülkenin kaderi değildir.

…açlık sınırının altında yaşayan insanların görüntülerini izlemek bu büyük milletin alın yazısı değildir.. Avrupa Birliği üyeliğine EVET diyoruz.

..Türkiyeli insanları yabancı ülkelere göç etmeye yönelten yoksulluk ve yoksunluklardır…ulaştığı ekonomik refah düzeyiyle, hukuk, eğitim, adalet sistemleriyle…yüksek standarttaki demokrasisiyle Avrupa’yı insanımızın ayağına getirmeyi hedeflediğimiz için AB üyeliğine EVET diyoruz..

Diyaloga, hoşgörüye açık, uzlaşmacı ve birleştirici bir dil kullanmayı kendisine ilke edinen partimiz…

….Woltaire in şu etkileyici deyişi bu zorlu yolda kılavuzumuz..

“…sizin görüşlerinize katılmıyorum. Ancak bu görüşlerinizi rahatlıkla ifade edebilmeniz için canımı bile vermeye hazırım.”

Bu sözleri söyledikten yaklaşık altı ay sonra Başbakan olan ve çok değil üç ay önce de ülkeyi beş yıl daha Başkan olarak yönetme yetkisi alan Erdoğan, geçen hafta, 14 Ağustos günü, partisinin 22. Kuruluş yıldönümü bağlamında şu açıklamayı yapıyordu:

“Küresel krizlerin ülkemize etkilerinden kaynaklanan hayat pahalılığının son dönemde milletimizi bunalttığının farkındayız. Ülkemize siyasi olarak diş geçiremeyen, milletimizi birbirine düşüremeyen çevrelerin ekonomimiz üzerinden çevirdikleri oyunları da biliyorduk. Ülkemizin her meselesini çözdüğümüz gibi inşallah bu sıkıntıyı da hal yoluna biz koyacağız.”

Bu sözlerin edildiği ve bu satırların yazıldığı sırada bir gazeteci daha, Barış Pehlivan, görüşleri nedeniyle hapse atılıyordu.

Nesnel olarak bakıldığında durum çok açıktır: bu güzel ülke, “bir an önce kurtulması gereken” bir tükenmişlik yaşıyor!