İstanbul’da ılık bir sonbahar günü, Cumhuriyet gazetesinin önünde, bir gün önce tutuklanan Can Dündar ve Erdem Gül için bir araya gelmişiz. İçimiz yangın yeri, hani 1 Kasım sonrasında bu saldırıları beklemediğimizden değil; yine bir acı olay nedeniyle gazete önünde bir araya gelmekten dolayı buruk kalbimiz.

Bizim kuşak en büyük travmalarından birini Uğur Mumcu katledildiğinde yaşamıştı. Bizden yaşça büyükler “faili meçhul” ya da “meşhur” çok sayıda siyasi suikasta tanıktılar. Devletin himayesinde gerçekleşen veya resmi makamların göz yumduğu gazeteci, akademisyen ölümlerinin basit birer adli olay olmadığını aksine bir devlet geleneğinin parçası olduğunu biliyorlardı. Zira taşeron değişiyor, cinayetlerin üstünü örten devlet aklı süreklilik arz ediyordu. Bir sabah ellerine aldıkları gazetede “cinayet şimdi de basına sıçradı Abdi İpekçi öldürüldü” yazdığında Türkiye doludizgin 12 Eylül darbesine doğru gidiyordu. O faşizan iklimin rahminde beslenenler sonraki yıllarda aynı “aklın” enstrümanı olma hüviyetiyle Bahriye Üçok’u aramızdan almıştı. Karlı bir İstanbul günü Mumcu’nun öldürüldüğü haberi ajanslara düştüğünde ise “artık yeter” diyorduk.

Cumhuriyet gazetesinin önünde Mumcu için bir araya gelindiği gün, hepimizde aynı üzüntü ve öfke vardı. Bir kuşak ilk siyasi eylemini o gün Cağaloğlu yokuşunda tecrübe etti. Sonrasında devlet aklının operasyonel güçleri, Mumcu suikastını karartmakla kalmadı onu manipüle ederek kendi vesayetlerinin zeminine dönüştürmeye çalıştı. Tıpkı bir başka Cumhuriyet yazarı Ahmet Taner Kışlalı katledildiğinde yapıldığı gibi. Kışlalı’nın ölümü 28 Şubatın ne kadar “haklı” olduğunu göstermek adına insafsızca kullanıldı.

27 Kasımda Cumhuriyet’in önündeyken hem siyasi cinayetleri hem de iktidarın kirli çamaşırlarını ortaya döktükleri, bir başka ifadeyle mesleklerinin hakkını verdikleri için tutuklanan kıymetli gazeteciler Dündar ve Gül’ü düşündüm. Gazetenin yeri değişmişti; namlunun ucundakiler de farklıydı ama mizansen aynıydı! Savaş tacirleri ya vur emri veriyordu ya da adli mekanizmalar kullanılarak muhalifleri korkutmak, yıldırmak istiyordu. Biz daha Dündar ve Gül’ün tutuklanmasını konuşurken bir başka vur emri “adrese” ulaştı ve Tahir Elçi katledildi. Gezici infaz timlerinin ilçeleri ablukaya aldığı, kirli bir savaşın kent merkezlerine çekildiği günlerde kaybettiğimiz insanların yanına kocaman bir yürek eklendi hem de pespaye bir mizansenle.
Kürt coğrafyasının “faili meşhur” hafızası ülkenin Batısından farklıdır. Kürt illerinde dolaşıp gencecik çocuklarla konuşursanız size önce Vedat Aydın derler. 1991’de evinden alınıp işkenceyle öldürülen Aydın, Diyarbakır HEP il başkanı olmasının ötesinde bir insan hakları savunucusudur. Cenazesine katılan binlerin üzerine ateş açıldığında kanlı 1990’ların startı verilmiştir. Sonra size Musa Anter’i hatırlatırlar; 1992’de kafasına ve kalbine birer kurşun sıkılarak katledilen Anter’i… Hani şimdi duvarlarda “Yeşil geri döndü” yazıyor ya o “Yeşil”, Anter cinayetini planlayanlar arasındadır. Tahir Elçi Diyarbakır sokaklarında boylu boyunca yatarken anladık ki “Yeşiller” tam kadro sahada! Elçi’nin aydınlatılması için büyük emek verdiği katliamların failleri ve “akrabaları” AKP iktidarında kaldıkları yerden devam ediyorlar!

Cumhuriyet’in önündeyken kalbimizin bir köşesinde Hrant Dink, sözcüklerimizde Ankara katliamı vardı. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü haberi gelir gelmez içimizde bir bomba daha patlattıklarını, kafamıza bir kurşun daha sıktıklarını hissettik. Dink’in fotoğrafıyla Elçi’ninki yan yana sosyal medya hesaplarında boşuna buluşmamıştı. Dink gibi Elçi de yaşamını Türkiye halklarının barışmasına, kolektif suçlarla yüzleşilmesine adamış bir isimdi. Tehditlere boyun eğmeden, mazlumun kimliğine takılmadan insan haklarını savunmaya devam etti. Katledilme süreçleri de benzerdi. Önce hakkında linç kampanyası başlatılmış, sonra adli mekanizmalar devreye girmiş ve nihayetinde cinayet anına gelinmişti. Cinayetin ardından Saray, yaşananlar “Terörle mücadelede ne kadar haklı olduğumuzu gösteriyor” diyerek Mumcu ve Kışlalı cinayetlerinde devlet aklının başvurduğu manipülasyonu sergiledi. Ancak Elçi’nin cansız bedeninin getirildiği hastane önündeki binler Elçi’yi öldüren ortamın savaşın ürünü olduğunu herkesten iyi biliyordu.

“Bin defa öldük bin defa doğarız” bir slogandan öte Elçi için sokaklara çıkanların politik iradesidir. Nasıl Suruç ile Ankara Garı kardeşleştiyse, Hrant Dink ile Tahir Elçi düştükleri yerden aynı şeyi haykırdılarsa, Cumhuriyet gazetesinin önü ile Diyarbakır meydanları da örgütlü katillere, taşeron tetikçilere karşı birleşmelidir.


Şimdi önümüzde bir imtihan daha var. 1 Aralık’ta BirGün gazetesinin üç önemli ismi; Barış İnce, Berkant Gültekin ve Can Uğur, cesur gazetecilik yaptıkları için mahkeme karşısına çıkacak. Yalnızca BirGün yazar ve okurlarını değil AKP’nin yürüttüğü baskı politikasına hayır diyen herkesi duruşma günü arkadaşlarımızın yanında olmaya davet ediyorum.