Homeros kendisine “aslında senin yaptığın iş de storytelling abi” diyecek birine muhtemelen ıslak tuvalet terliği giydirirdi. Lâkin bir röportajcı olduğu söylendiğinde herhalde pek itiraz etmezdi. Homeros’a kim röportajcı demiş mevzusuna geleceğim ama önce bir giriş yapayım izninizle.

Basının önemli gelir kaynağı olan reklamcılıkta son yılların en çok konuşulan mevzusu “content marketing” yani içerik pazarlama. Artık klasik ilanların ve 30-40 saniyelik TV spotlarının eskisi gibi iş yapmadığı reklamcılığın çağcıl enstrümanı bu. Reklam, eskiden TV ve gazete içeriklerine erişirken arada maruz kaldığımız bir şeydi. Şimdi yayıncılığın kendisi. Buradan marka gazeteciliği (brand journalism) diye yeni bir kavram türedi. Markalar kendi hikâyelerini yazmak için yayıncılığa soyunuyor yani. Gazeteciliğin başlangıcından itibaren kullandığı hikâyeleme teknikleri hikâye anlatıcılığı (storytelling) gibi yeni kavramlarla yüceltiliyor vesaire... Peki pazarlama ve reklamcılık gazeteciliğin alanındaki fırsatları keşfedip o alana adeta züccaciye dükkanına giren fil gibi girerken, gazetecilik neden başka bir yere kaçmaya çalışıyor. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun derdi bu?

Arşivin öğrettiği

Geçen hafta Homeros’un Rüyası (Siyah Kitap 2018) isimli bir kitap geçti elime. Kitap gazetecilik tarihinden ve tarihimizden röportaj örneklerini gün ışığına çıkartıyor. Aydın Engin derlemiş ve o derlemese ulaşamayacağımız bir sürü röportajı, arşivin derinliklerinden almış getirmiş. Sunmuş sunmasına da “eğer bunlar röportajsa, bugün röportaj diye sunulanlar ne?” sorusunu da beraberinde getiriyor kitap. İktidar baskısıydı, bağımsız gazeteciliğin zorluklarıydı bir tarafa bırakıp, gazeteciliğin içerik yönünden nasıl zayıfladığıyla yüzleşiyor bir anlığına insan. Ruşen Eşref Ünaydın’ın Şair Nigar Hanım’la yaptığı röportajdan (1917) tutun, Sait Faik Abasıyanık’ın bir güzellik yarışması kulisinden aktardıklarına (1947), Hikmet Feridun Es’in ta 1947’de Walt Disney’le yaptığı röportajdan Günter Walraff’ın Katolik olmak isteyen bir Türk işçinin kılığına girip yaptığı röportajlara kadar geliyoruz. Ernest Hemingway’in gazetecilikle edebiyatın nasıl kol kola yürüdüğünü gösteren röportajları da var içinde, Ahmet Naim Çıladır’ın maden ocağının dibinde yaptığı röportaj da. Yaşar Kemal, Çukurova’da işçilerin arasından; Fikret Otyam, Karadeniz’de bir balıkçı teknesinde ekmek kavgasının ortasından röportaj çıkarmış.

Röportaj sadece PR mıdır?

Tüm bu röportajların ortak özelliği çok iyi hikâye edilmiş olmaları. Kitapta, günümüzden örnekler de var ama ne yazık ki, bu tarz röportajcılık artık pek revaçta değil. Günümüzde röportaj deyince, ya birinin yeni filmi vizyona girecektir ya bir başkasının yeni kitabı çıkmıştır ya da taze bir siyasetçinin PR’a ihtiyacı vardır gibi bir menü canlanıyor gözümüzde. Oysa Aydın Engin’in kitapta da belirttiği gibi röportaj, edebiyatın kapı komşusu. Bu yüzden Engin, röportajın tarihini Homeros’a kadar götürüyor. İlyada’yı bir edebiyatçı yazsa Küçük Asya kıyılarına demirleyen gemilerden kaç fıçı şarap, zeytinyağı indirildiği gibi ayrıntılara girmezdi diyor Aydın Engin. Öte yandan Truva Savaşı’nı bir haberci yazsa “Truva Krallığı’na savaş ilan eden Akhalılar, Attika yarımadasının bütün kent devletlerinin katıldığı büyük bir orduyla karaya çıktılar” gibi düz cümlelerle yazar geçerdi diyerek, İlyada’yı bambaşka bir yere koyuyor. Aydın Engin buradan tarihteki ilk röportajın İlyada ve röportajcının Homeros olduğu görüşüne ulaşıyor.

Gelelim zurnanın zırtına. Gazeteciliğin elinde “hikâye aktarımı” için böyle değerli bir araç varken, neden “son dakika” bataklığına saplanıldı? Gazetecilik neden “hızla” özleştirildi. Bu tartışma şu sıra tüm dünyada yürütülüyor. “Yavaş gazetecilik” gibi yeni kavramlar gündemde. Geçen hafta bu köşede tartıştığımız “yankı odasından” çıkmanın bir yolu da bu aslında. Yani gazeteciliğin kadim mirasını hatırlamak. Hiç yeni kavramlara ihtiyaç yok yani. Üstelik reklamcılık bile bu alana girmeye çalışırken gazeteciliğin kendi hikâye anlatıcılığına sırt dönmesi çok anlaşılır değil. “Son dakika” yaygarası, falanca siyasetçi “şunu dedi” gibi şeyler, insanları gazeteciliğe “para” ödemek için teşvik etmiyor. Bu işin sürdürülebilirliği için daha çok “hikâyeye” ihtiyacımız var. Bunu yapmanın en iyi yolu da röportaj. O yüzden gazetemiz BirGün’ün son dönemde en çok önemsediğim işi, BirGün Minibüsü’yle Türkiye’yi gezme fikri. Bunu seçim dönemi dışında düşünmüş olmak daha değerli. İmkânlar arttıkça daha çok ses getireceğine inanıyor ve burada topu okurun önüne yuvarlıyorum…