1916 yılının kış aylarında Avrupa’dan dünyaya, tuhaf bir cinnet hali, trans, huzursuzluk, Parkinson gibi değişik semptomlarla kendini gösteren sıra dışı bir hastalık yayılmaya başladı. En sonunda Economo, hastalığı teşhis etti ve ona ‘uyku hastalığı’ adını verdi. Sonraki on yıl boyunca beş milyon kişi bu salgından etkilendi. Hastalığa yakalananların üçte biri hayatını kaybetti. Geriye kalan çoğunluk ise ‘uyku’nun içine gömülmüş olanlardı. Yıllarca bir hastane odasında, hareket edemeden, konuşamadan deyim yerindeyse sadece nefes alarak yaşadılar. Hastalığın çaresi tam elli yıl sonra bulundu. Bu sayede binlerce kişi hayata döndü. Ama nasıl? Oliver Saks o çok bilinen romanı ‘Uyanışlar’da böyle sıkıntılı bir sürecin içinden geçen bir adamın sancılı hikâyesini aktardı bize. Harold Pinter ise yine bu hastalığı bir oyununda kullandı. Pinter’in kahramanı Deborah çocuk yaşta ‘uyku hastalığı’na yakalanmış, tam yirmi dokuz yıl sonra uyanmıştı. Ama bu süre içinde ailesi dağılmış, ölümler yaşanmış, onun için dünya bambaşka bir gezegen halini almıştı. Bu yirmi dokuz yıl, neredeyse her şeyin durduğu bir dönemdi. Deborah’a o günler sorulduğunda tek bir şey döküldü dudaklarından: “Alaska gibi.”

Şimdilik ‘derin dondurucu’sunda yaşamaya çalışan orta sınıf, ‘korona’nın yayıldığı zamanları, -Deborah gibi bir uyku haline gömülmese de-, gelecekte ‘Alaska’ olarak niteler mi? Bilinmez! Yine de, hayatın gündelik akışının dışına çıkılan bir dönemin sancıları süreç uzadıkça farklı bir boyuta taşınacak. Üstelik içinde olduğumuz çağın kuralları gereği yalıtımla bütünleşen bir kaçış söz konusu değil. Salgın hastalık zamanları -mesela Ortaçağ’da- parayı elinde tutanlar, mağaralara sığınmış, bir süre toplumdan uzaklaşarak kendini korumaya almıştı. (Satılan mağaraların dudak uçuklatan fiyatlarından söz açmıyorum, bu arada!) Üç yüz yıl kadar önce (mesela vebanın etkin olduğu süreçte) özellikle zenginler için köy, yahut dağ evlerine gitmek hastalıktan korunma yöntemine dönüşmüştü. Dün İstanbul’dan özellikle Bodrum’a gitmeye çalışanların oluşturduğu araç konvoyu, yaşadığımız dönemin imkansızlıklarını göz önüne seriyor. ‘Sakin ol Camp’ deyişinin onlardan yana olduğunu düşünenler, ilk defa tedirgin. Yine de şapkasını önüne alıp düşünmek istemiyor.

Buna karşın dünyanın her yerinde iktidar, varlığını sürdürmek için orta sınıfın rızasını almak zorunda hissediyor, ‘gönüllere’ hitap edecek sahte formül peşinde koşuyor. Ya otoritesini arttırıyor ya da sermaye sınıfını ürkütmemek için, topu eyalet yönetimlerine ya da yerel yönetimlere atıyor. Yeter ki kurulu düzen sekteye uğramasın!

Öte yandan Fransa’nın LC1 kanalına katılan konuklardan biri, korona ilaçlarının Afrikalılar üstünde denenmesi gerektiğini savunuyor, İngiltere’de AIDS için önce hayat kadınlarının kobay olarak kullanıldığı ortaya çıkıyor, Amerika’da Trump, koronaya Çin virüsü diyerek bir toplumu hedef gösteriyor. Bütün bunlardan etkilenen ezilenler, çalışmak zorunda olanlar, işçiler ölümün her zamanki gibi soğuk nefesi enselerinde yaşama mücadelesi veriyor. Örneğin İstanbul’da inşaat işçilerine, “Çalışırken corona olursam tüm sorumluluk bana aittir” diye taahütname imzalatılıyor, Ürdün’de sokağa çıkma yasağını delen kitleler “açız” diye sokaklara dökülülüyor, Hindistan’da fabrikada çalışanların eylem yapması yasaklanıyor, -ne kadar da tanıdık- ve bütün bunlar sıradanlaştırılıyor. Ancak görülmeyen şu: Zaten hele hele bizim gibi ülkelerde toplumların büyük kesimlerinin ‘normal’i hiç olmamıştı. Ezilenler ve onlara omuz verenler onulmaz acılarla yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Itiraz ettikleri yerde yaşamlarının önü kesildi. Tıpkı iki gün önce öldürülüşünün ardından tam yetmiş iki yıl geçen Sabahattin Ali gibi. Sahi ne demişti? “Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun! Herhangi bir karar alınırken İzmir’deki ortak tüccar, İstanbul’daki ahbap milyoner değil, bu kararın altında beli bükülen, çoluk çocuk inleyen yığınlar göz önünde tutulsun!”

İşte bu yüzden uzun zamandır hayatımız derin dondurucuda olmasa da Alaska gibi! Bilmem, anlatabildim mi, “camp”?