“Dünya bu kadar altüst olmuşken, bölge savaş içindeyken, Türkiye barış ve istikrar içinde olamaz” deyip kendimizi avutalım mı yani? Objektif ve sübjektif koşullar, kıvamında olsaydı, devrimci kriz deyip yekinebilirdik…

Eskiden dünyada bir dehşet dengesi vardı, emperyalizm ile reel sosyalist sistem arasında. Nükleer savaş için eller tetikte, denirdi. Mesela ulusal kurtuluş savaşı olurdu ve sosyalist sistem destek verince emperyalizm onun çizdiği kırmızıçizgileri pek aşamazdı.

Şimdi ise Saray adeta “ABD astı kesti, ama baksana Esad’a bile bir şey yapamadı” diyerek kendisini de arada kaynatabilme hesabında gibi. Belki de Saray Rejimi dünya ve bölge bu kadar karışıkken kendisine elleşilmesinin uzak ihtimal olduğunu da düşünüyor ve böyle rahatlıyordur.

Peki, tam olarak rahatlıyor mudur? Rahat olmadıkları, mehter marşıyla şecaat arz ederken metal yorgunluğu sirkatini söylemelerinde açığa çıkıyor. Görüntülerine bakıyoruz, yüzlerindeki özgüven silinmiş… Gökçek filan bir yana, bir şeyler oluyor ve üstelik onlar da hep “bir şeyler olacak mı?” evhamındalar. Yüzde elli barajını kendileri kurdular ama aşamayacaklarını biliyorlar. Hayır, mesele seçimde değil; seçimde yüzde elli nedeniyle kaybetmeyeceklerinden adeta eminler; YSK filan, nasıl olsa hallederiz rahatlığındalar. Yani rahatsızlıkları seçim değil, giderek artan öteki yüzde ellinin sandık dışında ne yapacağının kestirilememesi…

Bu yüzden ellerindeki tek koz (ve çare) son İdlib askeri harekâtıyla olduğu üzere bölgede savaşa katılma ve yetmedi iç savaş çıkarma tehdidi… Çünkü hapse atacaksın, işinden aşından edeceksin ama nereye kadar? Hep böyle hapse atarak milyonlardan kurtulamazsın, böyle baş edemezsin ki…

Bugüne dek iç savaş çıkaramadılar, vahşi provasını Kürtler üzerinden yaptılar (evlerini kentlerini yıktılar), elbette topyekûn iç savaş iyi ki çıkmadı… Ama hep bu tehditle devam ettiler, ediyorlar. Halkını seven, insanları seven kim iç savaş ister ki? Tarihe bakın, yakın geçmişe bakın: İç savaşı hep zalimler, sömürücüler dayatmıştır, iktidarları elden gitmesin diye… Ama tarihe yine bakın: Bu yola başvuran zalimler kaybetmiştir, kazanacaklarını sandıkları iç savaşları bile…

Kuşkusuz muhalif yüzde elli, şekilsiz, çok çeşitli, farklı güdülere ve hedeflere sahip… Ama bunun bünyesinde mesela şeriat altında yaşamayı kesinlikle kabul etmeyecek bir mayalanma giderek kabarıyor.

Biz muhalifler olarak çok önceleri söylediklerimizde, tespitlerimizde sektirmeden genellikle haklı çıktığımız için, durum tespiti yaparken adeta kendimizi tekrarlamış gibi de oluyoruz. Haliyle bıktırıcı oluyor, ama teşhirden bıkmamak lazım. Benzer şekilde yapıp ettikleri de rutine bindiğinden bazen ‘dejavu’ hissine de kapılıyoruz, “bunu daha önce görmüştük” ya da “bunu daha önce yapmamışlar mıydı” diye. Dejavu değil oysa ki; hakikatin kanırtması, kanatması…

1980 öncesi iç savaş ortamında, devrimciler en geniş kitle çalışması içinde en dar kadro çalışmasını esas almışlardı. Bir yanda Fatsa güzelliği diğer yanda Maraş Katliamı vardı. Türkiye’yi Fatsalaştırmak için direnmişler ve yenilmişlerdi, ama Türkiye’nin bir Maraş olmasının da önüne geçmişlerdi.

Şimdi yüzde elli ve fazlasının, direniş kabiliyetine sahip ve bu kez yenilmeyecek bir halk hareketi olabilmesi de elbette yine en geniş kitle çalışması içinde en dar kadro çalışmasına bağlı. Yani öncelikle devrimcilerin sımsıkı olmasına ve devamını getirmesine. En geniş kitleler tanımı gereği sıkı şekilde örgütlenemezler, şeriat ve mutlakıyet yani faşizm koşullarında öncelikle bir hareket, halk hareketi olabilirler. Peki, bu tarza bile itiraz edenler çıkmaz mı? Cevabı Lenin versin öyleyse:

“İtiraz edilecektir: Hiçbir şekilde resmiyet bile kazanmamış, bilinen ve kayıtlı hiçbir üyesi bile olmayan çok gevşek bir örgüte, örgüt bile denilemez. –Belki öyledir. Etiketlerde ısrarcı olmuyorum. Ancak, ihtiyaç duyulan her şey, bu ‘üyeleri olmayan örgüt’ tarafından yapılacaktır. ... Ve mutlakıyetçilik koşullarında, raporlarla, her şeyin oylamayla yapılmasıyla vb geniş bir örgüt arzulayan kimse, işte o kimse iflah olmaz bir ütopiktir.”