Boş zaman yoksa rüya da yok! Rüya yoksa hülya, o yoksa sevda, o yoksa dünya... Böyle böyle ‘yokluğa varır yolumuz!’ Boş deyip boş vermemek gerek, o boş haftayı bidolu yaşamak, gereğini görmek gerek!

Boş hafta

Başlığı yazdım ve yazar yazmaz da ‘eyvah’ dedim, ‘ya ciddiye alırlarsa, ya önemli bir şey sanırlarsa...’ Korktum, ama silemedim, silmek de istemedim, bir yandan da merak ettiğimi, hoşuma gittiğini fark ettim çünkü. Neyi mi? Neyi olacak, boş bir haftanın nasıl bir şey olduğunu, olursa ne yapacağımı, bu haftayı nasıl geçireceğimi, boş haftadan nasıl çıkacağımı ve daha... Kim bilir belki de çok severdim, yıllardır boşuna yaşamışım, benim aradığım boş haftaymış meğer. Bundan sonra yerim de yurdum da, bağım da bahçem de, evim de barkım da, vatanım da yuvam da boş haftadır derdim. Der miydim?

Boş hafta. Sanki dünyanın son haftası gibi. Hayır, herkes gitmiş, herkes beni terk etmiş, çaldığım bütün kapılardan boş dönüyorum, her yer karanlık ve ıssız... Değil! Aksine dünya eskisinden daha kalabalık, sokaklar, caddeler ağzına kadar dolu, öyle ki gökten inen salıncaklar ve göğe merdivenler dayalı her yanda. Ama hepsi boş. Hiç kimse hiçbir şey yapmıyor, kimse kimseye bakmıyor, konuşmuyor, bir şeyler göstermiyor. Herkesin kendi kendine olma hali. Hal bile sayılmaz aslında, halsizlik de sayılmaz. Öylece durma hali. Bir yandan da dünyanın ilk hali. Ben duygusu yok, haliyle ‘kimim?’ sorusu da yok. Benlik yok, bizlik bir şey zaten yok, şimdilerde bu durumun ve bu yapıların bilimkurguda ya da çok yakında kurgu olmaktan çıkacak gerçekliğinde tanımları, adları vardır ama o bilgi de bende yok!

Çok mu abarttım? Haklısınız, biraz daha yazarsam çıkış da yok aşamasına gelirim ki, isteğim o değil. Özgürlük duygusunu çooook uzun zaman sonra ilk kez yaşayan bir insanı merak ediyorum. Diyelim ki 25 yıl içerde kalmış, başka bir zamanda düşmüş içeri, bambaşka bir zamana ve dünyaya çıkmış! Nasıl olurdu acaba, ne düşünür, ne der, ne yapardı? Bu dünyaya, işlere, bürolara, fabrikalara, işyerlerine, evlere tutsak insanlar, birdenbire o yerlerden, işlerden, evlerden bırakılsalar ve onlara hiçbir şey söylenmese, hiçbir şey vaat edilmese, yalnızca “Boş hafta bu!” denilse, ne yaparlardı, ne yapardık?

‘Sudan çıkmış balığa dönmek’ deyiminin tam karşılığı ‘Dünyadan kurtulmuş insana dönmek’ sanırım, öyle olmalı. Zaman kavramının yaşamak, sevinmek, mutluluk için olduğunu unutalı çok oldu, hatırlamayalı da öyle çok oldu ki, insan bu dünyaya niye geldiğini tümden unuttu. “Unutulacak şey mi?” diyorsunuz, evet unutulacak şey! Yaşamazsan unutursun, sevmezsen, sevinmezsen, eğlenmezsen unutursun! ‘Mülkiyetin temeli adalet’miş, peh peh peh, kim kaybetmiş o adaleti de biz bulmuşuz, göz göre göre insanlar hapislerde tutuluyor, tez bırakıla diyenlere de meydan gümbür gümbürleniyor! Aman diyim ha!

Milliyet gazetesinin unutulmaz fotoğraf altyazısı gibi. 1950’lerde, İstanbul plajlarındaki pazar günü kalabalığını anlatmak amacıyla, “Halk plajları doldurduğu için vatandaş denize giremedi!” diye yazmışlar ya fotoğrafın altına, ben de o hesap “Şu memleketin dertleri olmasa, ne güzel yazı yazardım!” diyeceğim yakında!

Ece Ayhan’ın dediği gibi, “esas duruş mülkün temelidir”, bir de ‘zamanı unutturmak’, ‘boş zaman’ kavramını ortadan kaldırmaktır mülkün temeli!

1758’de başlayan İngiliz Sanayi Devrimi’nden sonra işçiler 1 günlük hafta sonu tatili hakkını kazanınca... Ne yapmışlar dersiniz? Tabii tatil yapmışlar, hem de aileleriyle! Peki nerede? Nerede olacak çalıştıkları fabrikaların çevresinde! Daha uzağa gitmemişler, çünkü uzak kavramını hiç bilmemişler, yaşamamışlar!

Boş zaman yoksa rüya da yok! Rüya yoksa hülya, o yoksa sevda, o yoksa dünya... Böyle böyle ‘yokluğa varır yolumuz!’ Boş deyip boş vermemek gerek, o boş haftayı bidolu yaşamak, gereğini görmek gerek!

Bu hafta da “...hoş gelir!”

Boş haftadan sonra, hoş hafta yazmak hem uyak için gereklidir hem de ‘bu dünyaya boşuna mı geldik yani’ duygusunu bir an önce içimizden atmak, bak hayatta hoş şeyler de oluyor diye avunmak için. Bir de babası demiryolcu olan sevgili hocam İpek Gürkaynak’a yeni yılın ilk selamını vermek için. Kendisi bu ‘önemsiz’ yazılara önem verir, değerlendirir, ayrıca bu nedenle de teşekkür etmek için.

Tren şehrinde doğdum. Bir kara hayvanı gibi soluyan, canım arkadaşım Nilgün Marmara’nın “Dev hanım beni gülünüze alır mısınız?” dizesini hep hatırlatan trenlerin boyuna böldüğü bir şehirde. Porsuk da trenler boyunca bölecektir onu koyu yeşil suyuyla. Jetlerse göğün maviliğini enine boyuna bölmeye hiç ara vermeyecektir.

Bu yazıda jest olan ne nehir ne gökyüzü, çok ayaklı gergedan gibi, suaygırı gibi, hiç bilmediğim adlarıyla yaşamış ve kaybolmuş eski kara hayvanları gibi kapkara soluyan trendir.

Hoş gelişler haftası hangisi olacaksa artık, o hafta memleketin her yerinde, tıpkı Onuncu Yıl Marşı’nın ‘Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan’ dizesindeki coşku ve istençle, o zamanki kutlamalara, törenlere benzer etkinliklerin yapıldığı garlardan, istasyonlardan trenlere binilecek, seyran edilecektir.

‘Tren gelir, hoş gelir’ haftasında şehirlerden şehirlere, trenden başka bir vasıtaya zinhar binilmeyecektir. Yolcular bilet almayacak, bunun yerine ellerinde Nazım Hikmet’in ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ kitabı olacak ve yolculuk sırasında bu kitaptan sorular sorulacaktır. İnsanın kendi söylediğine en başta kendisinin de inanması ne hoş!

Olsun, öyle bir hafta olur, öyle trenlere kurulur, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ okunur, kitaptan da sorular sorulur diye inanıp gitmekten yanayım ben. 40 gün değil tabii ama 40 yıl çabalarsak, söylersek neden olmasın? Nereden ve ne zaman kalktı tren diye sorulacaktır sözgelimi, yolcu hemen şiirle yanıtlayacaktır: “Haydarpaşa garında/ 1941 baharında/saat onbeş” deyip, betimini de unutmayacaktır: “Merdivenlerin üstünde güneş/yorgunluk/ve telaş.”

“Peki” diyecektir kontrolör, “Yeşil ve kırmızı ki/güneş, doğum ve bereket renkleridir,/ sevinçli bir inkılap şarkısı gibiydiler/Yarımca bahçelerinde” dizelerinde Mahkum Halil’in gözlerini dolduran yemiş hangisidir?” “Dalları basmış kiraz ve vişne”yle dolu yaşama sevinci eşliğinde kitabın yolculuğu sürecektir.

‘Bu memleketin sislenen değil, kararan şu alınyazısı’ silinir de, bir gün Nazım Hikmet treninde okuma bayramları yapılırsa, 7’den 70’e herkesin elinde, dilinde o ‘Büyük Gurbetçi’nin şiirleri olursa, işte o gün “dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla/bu güzelim memlekette hürriyet...”

Kara tren olduğuna bakmayın, kavuşmadan ayrılığa, sevinçten vedaya düşlerimizi renklendiren odur. Trenler kadar bilen yoktur gözyaşının rengini. En çok garlarda dökülmüş, en çok onlarda kurutulmuş, unutulmuştur. Treni uğurlayan da gözyaşıdır, karşılayan da.

Uzun uzun düşlemeye, derin derin düşünmeye, içli içli sevmeye, pırıl pırıl gülmeye, kalp kalbe bakmaya, dalıp dalıp gitmeye hoş gelir tren. En hoş haftamız trenli olsun, yolcusuna uğurlar, kutlayana uğurlu olsun! İnsan Manzaraları’nı bir de trende okuyun ki, memlekete şan olsun!

İNCİLA

incila, limonlukta ud çalardı
etme beyhude figan vazgeç gönül
çocuk kalbimle ben, işitmekten korkardım incila’yı
kalbime hançerler saplanırdı

vakitlice odasından penceresi açılırdı
ve saçılırdı saçları günün orta yerine
çocuk kalbimle ben, seyretmekten korkardım
gözlerimi kapardım ve susardım öylece

incila’yı balkonda çay içerken görürdüm
gümüş fincanını alırken ellerine
ve rüzgarı değecek diye o korkunç tenime
bir kuş olup incila’dan uzaklara kaçardım

kafesteki kanaryanın o sabah öldüğünü
küpeçiçeklerinin çürüdüğünü saksılarda
udun tellerinin düğüm düğüm olduğunu
incila inerken merdivenlerden, beyaz gelinliğiyle
anladım –anlamaktan korkardım incila’yı-

ve çocuk kalbimle ben
hatırlamaktan korkardım incila’yı

(Selim İleri’nin “Gelinlik Kız” öyküsünden esinle.)

Erdi Demir