Uzun süredir gündemde olan sosyal medya düzenlemesi nam-ı diğer Dezenformasyon Yasası Meclis’e geldi. Bu yazı yazıldığı sırada ilk 14 maddesi onaylanmıştı. Devamının da önümüzdeki salı günü görüşülmesi bekleniyor. Meclis aritmetiği nedeniyle onaylanmama ihtimali de yok gibi. Yasayla ilgili tartışmalar, ağırlıklı olarak ‘sansür’e yol açacağı düşünülen 29. madde üzerinde yoğunlaşmış durumda. Diğer bazı maddelere de itiraz var ama “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak” şeklindeki 29. madde, aşırı yoruma açık olması ve muğlaklığı nedeniyle ‘sansür maddesi’ olarak öne çıktı. Çünkü uygulamada neyin gerçek neyin gerçek olmadığına nasıl karar verileceği, endişe, korku ve paniğin nasıl yorumlanacağı ve hangi dezenformasyon konusunda harekete geçileceği konusunda derin şüpheler var.

Biliyorum, yasanın özellikle gazetecilik örgütleri tarafından itiraz edilen farklı tarafları da var ama özellikle 29. Madde nedeniyle başlayan haklı tartışma, ister istemez 2023’te yapılacak kritik seçim öncesi, muhalefeti susturmak için bir sansür sopası mı olacak şüphesini güçlendiriyor. Yasanın düşünsel arka planındaysa, “bireyleri ve toplumu mu yoksa iktidarı mı koruma amacı olduğu” sorusu öne çıkıyor. Peki tüm bu tartışmalardan sonra gözden kaçan ne? Bu yazıda, gözden kaçanlara bakalım istiyorum.

ÇOCUKLAR VE SOSYAL MEDYA

İngiltere’de 14 yaşındaki Molly Russell, başta Instagram olmak üzere, sosyal medya platformlarında; intihar, depresyon, kendine zarar verme ve kaygıyla ilgili pek çok içeriği görüntülediği tespit edildikten sonra 2017 yılında kendini öldürdü. Öyle ki, Molly’nin ölmeden 6 ay önce Instagram’da kaydettiği, beğendiği ve paylaştığı 16 bin 300 parçadan 2 bin 100’ü intihar, kendine zarar verme ve depresyonla ilgiliydi. Russell’ın ailesinin bu acı kayıptan sonra başlattığı kararlı mücadele, İngiltere’de bir soruşturmanın başlamasına yol açtı. Londra’daki Adli Tıp Mahkemesi’nde geçen ay görülen davanın sonunda mahkeme, Molly’nin depresyondan ve “çevrimiçi içeriğin olumsuz etkilerinden” mustaripken kendine zarar verme eyleminden öldüğüne karar verdi. Duruşmaya Instagram’ın da bağlı olduğu Meta’nın Sağlık ve Esenlik’ten sorumlu başkanı Elizabeth Lagone da katılmıştı. Lagone, Molly tarafından görüntülenen içeriğin bir kısmının o sırada Instagram kurallarını çiğnediğini kabul etti ve Instagram kurallarını ihlal eden içeriğin engellenemeyip Molly’e gösterilmesi yüzüden özür diledi. Bu davayı takip eden günlerde, İngiltere’deki Çevrimiçi Güvenlik Yasa Tasarısı parlamentoda hızla gündeme geldi ve yetkililer yasanın çocuklara yönelik hükümlerinin güçlendirilmesi için çalışıldığını açıkladı. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta şu ki, çocukların sosyal medya kullanım yaşı 13 olarak öngörülüyor ancak Molly bir Instagram hesabı açtığında 12 yaşındaydı. Burada ebeveynlerin sorumluluğu da var doğru ama platformlar bunun için ne önlem alabilir? Daha ötesinde, acaba 13 yaş sınırı sosyal medya kullanımı için yeterli mi?

Burada tartışmalar yaratan Türkiye yasasına dönelim. Yasanın 34. maddesinde, neredeyse kimsenin konuşmadığı “Sosyal ağ sağlayıcı, çocuklara özgü ayrıştırılmış hizmet sunma konusunda gerekli tedbirleri alır” ibaresi var. Acaba bu kadar kritik bir konuda, salt bu madde çocukları koruyabilecek mi? Bunu tartışmaya sıra gelmiyor çünkü her şey, yasanın niyeti çok şüpheli bir başka maddesinde kilitleniyor.

ALGORİTMALAR YARGILANABİLİR Mİ?

Fransa’da eğitim gören 23 yaşındaki ABD vatandaşı Nohemi Gonzalez, terör örgütü IŞİD'in, 2015 yılında Paris’teki saldırısı sonucu hayatını kaybeden 129 kişiden biriydi. Bu olaydan sonra ailesi beklenmedik bir şüpheliye, Google’a da dava açtı. Ailenin avukatları, IŞİD’in, Google’ın sahip olduğu YouTube’dan, “şiddeti teşvik eden ve potansiyel destekçileri toplayan yüzlerce radikalleştirici video” yayınladığını ve Youtube algoritmalarının, bunu saldırganlar dahil tüm ilgililere ulaştırdığını iddia ediyor. ABD İletişim Ahlakı Yasası’nın 230. Maddesi, web sitelerini, web sitesi kullanıcıları tarafından yayınlanan yasadışı içerikten kaynaklanan davalardan koruduğu için burada bir anlaşmazlık oluştu ve ABD Yüksek Mahkemesi’nin çözmesi bekleniyor. Eğer yüksek mahkeme algoritmalar yüzünden platformların dava edilmesi yönünde karar verirse, bu internette yeni bir dönem başlatabilir. Burada sormamız gereken soru şu: İçerik bir algoritma yoluyla öne çıkarılıyor veya erişimi azaltılıyorsa; bu platformlar hâlâ bir platform mudur, yoksa sorumlulukları olan bir yayıncı haline mi gelmiştir? Bizim yasanın yine 34. Maddesinde “öne çıkarılan veya erişimi azaltılan içeriklere ilişkin algoritmalarının raporlara yansıtılmasının sağlanması ve reklam kütüphanesi oluşturmak suretiyle şeffaflığın artırılması hedeflenmektedir” denilerek algoritmalarla ilgili bazı değinilerde de bulunuluyor. Bu kısımların AB’nin hazırladığı ve uzlaşma sürecinde olduğu Dijital Hizmetler Yasası’ndan alındığını düşünüyorum. Ancak bunu da konuşamıyoruz. Çünkü yasanın ardındaki asıl niyeti ortaya koyan ve bir sansür şüphesi yaratan 29. madde, bu kadar önemli şeyleri de detay haline getiriyor.

PLATFORMDAN KAHRAMANLIK BEKLEMEK

Tüm bu tartışmalardan sonra eklemeliyim ki, bu yasa sosyal medya kullanıcılarını, gazetecileri ve hatta reklam yasağı yoluyla Türkiye’de ticaret yapanları bile ceza tehdidiyle risk altına sokarken, platformlara daha az sorumluluk yüklüyor. Oysa platformların, vatanları ABD dahil, tüm dünyada sorumlulukları tartışılıyor. Bu yüzden, “bu şartlarda platformlar Türkiye’de durmaz, gider” yorumlarını da biraz romantik buluyorum. Platformların en nihayetinde birer ticari işletme oldukları gözden kaçırılıyor sanırım. Dünyanın pek çok yerinde hangi ilginç koşullara uyum sağladıklarını unutmayalım.