“Bütün şairler Filistinlidir”
Henüz ilkokula yeni başlamışım. 80 darbesinin üzerinden az biraz zaman geçmiş. Korku iklimi tavan yaptığı için, ilkokul öğretmenim anneme gerekli uyarıyı yapmış: “Akşam haberlerini izlettirmeyin. Konuşulanlardan etkilenip arkadaşlarına anlatıyor!” Evde denetim başlamış. Yine de göz ucuyla haberlere bakıyorum. “Ortadoğu’da Büyük Sel Felaketi” başlığını heceleyerek okuyorum. Ertesi gün, “Öğretmenim, şimdi de Filistinlileri sel basmış” deyince buruk bir gülümseme yayılıyor dudaklarına.
Aynı tarihlerde Yarın Dergisi “Filistin Şiirleri” (1982) özel bölümü yapmış. Babam Behçet Aysan’ın daha sonra kitaplarına almadığı “Tel Zaatar” şiiri burada yayımlanmış. Şiir; “Tel Zaatar / napalm – gülleri açar” diye başlıyor, “Yaşayacak Filistin” diye bitiyor. Demek ki İsrail falanjist milislerinin, çoluk çoluk demeden yüzlerce kişiyi öldürdüğü Sabra ve Şatilla katliamının hemen ardından yazılmış şiir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Mahmud Derviş’in sözleriyle, böyle etkin kılınan bir zulüm karşısında, “Bütün şairler Filistinlidir.”
***
Ne acı ki, Kenan diyarında, bir asırdır tarih ile coğrafya, savaşla barış, yürek ve akıl arasında kısa devre yaşanıyor. Son birkaç yıla dair bölgeyi anlatan bir film çekmek için kollar sıvansa; bir anda ateş topunun koca bir şehri yuttuğu Beyrut liman patlamasından başlamak gerekir çalışmaya. Belki daha da geriye giderek, Oslo Barışı’nın sembol ismi İshak Rabin suikastine. İnsan içinde yaşarken dönemin getirisine mesafeli bakamamanın tedirginliğini yaşıyor. Çünkü yürek yarası ve gözyaşı altından kalkamayacağımız denli büyük. Emperyal tasarılar ise insanı yok edecek kadar acımasız.
Filistinliler intifada ve yeni intifada sonrasında ölmeye, sakat kalmaya devam ediyor. Kimi ülke yönetimleri tarihte benzeri görülmemiş bir kampanyayla kendi zalimliklerini örtmeyi başarıyor, hatta mazlum olduklarını iddia edebiliyor. Dahası kronikleşen durum karşısında Filistin halkının hâlâ nasıl direnebildiğine bakılmıyor bile. İsrail askerlerinin Filistin topraklarında ne aradığı sorulmuyor, okulların neden bombalandığı merak edilmiyor. Buna karşılık küçücük çocukların şehit olup cennete gidebilmek uğruna toprak altında kalan ölü bedenleri de sorgulanmıyor. İnsanlığın terazisi çoktan bozulmuş.
Bununla birlikte, Sabra ve Şatilla katliamlarının hemen sonrasında binlerce İsrailli Tel Aviv’de toplanarak yaşanan gelişmeleri kınamış, katliamdan dönemin hükümetini sorumlu tutmuştu. Bu tarz gösterilerin dönem dönem yapıldığı da hepimizin malumu. Mesela Amerikalı İsrael Horovitz’in, “Beyrut Yıkılıyor” oyunu da böyle bir denklemin parçası. 2006 Filistin ve İsrail Savaşı sırasında Beyrut’ta bir otel odasında yirmili yaşlardaki dört gencin arasında geçiyor her şey. Farklı etnik ve dini kimliklerdeki üniversite öğrencileri kendi aralarında hesaplaşmaya giriyor. Sonrası insanın içinin alamayacağı kadar sıra dışı.
***
Önceki gün, kutsal topraklardaki trajedinin bir parçası daha yansıdı kameralara. Mescid-i Aksa’da İsrail polislerinin Filistinlilere karşı saldırısında kendilerinden geçen, gözleri kör olmuş yobazların coşkulu yüzleri bizlere yakın tarihimizin fotoğrafını sundu.
“Din” adına yapılan, insanlığa karşı işlenen suçlarla kıyaslandı bu görüntüler. Madımak katliamıyla benzer bir izlekte yürüdüğünü gördük bir şeylerin. Biz bu hezeyana hiç ama hiç yabancı değildik aslında. Maraş’tan, Sivas’tan, Gar Katliamı’ndan tanıyorduk hepsini. Örneğin tam yirmi sekiz yıldır hiç bitmeyen bir acıdan biliyordum ben onları. Madımak Oteli’nin önünde bir baba, yaktıkları otelin görüntüsünü omzuna aldığı çocuğuna izlettiriyor. Yanındakiler şehvetle bağırıyor: “Allahım, senin cehennem ateşin bu!” Ne acı ki, bugün Mescid-i Aksa’daki insanlık dışı görüntülere kendini hiç sorgulamamış o çocuk ilk sırada lanet yağdırıyor. İşte bu ikiyüzlülük beni paramparça ediyor.
***
2 Temmuz 93’de katledilen şair Behçet Aysan, Tel Zaatar şiirinde, “orada yanınca çocuklar” dizesiyle isyan ediyordu. Ama ne acıdır ki, “halkım, sevgilim” diye seslendiği güruh tarafından öldürüldü. Hangi dinden, dilden, ırktan olduğumuzun bir önemi olmadığını ne zaman anlayacağız? Ne zaman, “insan mıyız, değil miyiz?” diye soracağız çevremize. Ve amasız, fakatsız mazlumun yanında sahiden yer almanın erdemini yüreğimizde taşıyacağız?