Yerel seçimler sonrası siyasal alanın kurum ve aktörlerinde anlaşılabilir bir dalgalanma oluştu. Giderek derinleşen ekonomik krizin çaldığı felaket tamtamlarının sesi daha da yükseliyor. Bu gürültünün bir değişimin habercisi olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Birbirinden çok farklı gibi olsalar da hemen tüm yorumlarda bir ortak nokta var: Büyük güçler Türkiye’yi “dizayn” ediyorlar!

İstanbul’daki 23 Nisan törenlerinde İmamoğlu’nun yanına gelen çocuk ve babaannesi hikâyesini hemen herkes okudu. Babaanne, bir sosyal medya trolünce Alman ajanlığıyla suçlandı! Yetmedi, Almanya Cumhurbaşkanı’nın İmamoğlu ve Yavaş ile görüşmesi çok ama çok manidar bulundu. Basit dezenformasyon, algı oluşturmadan öte bir durum var burada. Sosyal medya olmasaydı, kahvehanede bir kaç kişinin “Vay anasına” diye kuracağı komplocu düşünceler olur geçerdi bunlar. Ama mesele biraz daha derin. “Büyük güçler Türkiye’yi dizayn ediyor, her şey bir plana bağlı işliyor” inancı trollerle sınırlı değil.

“Kılıçdaroğlu’nu kimler getirdiyse, onu gönderip yerine Özel’i getirenler de aynı!” ya da “RTE’yi getirenler şimdi onun yerine kimi getireceklerini planlıyorlar!” benzeri çözümlemeler “okumuş yazmışlarda” da çok yaygın. Bu düşünceye göre kendi içlerinde bazen çatışsalar da, dünyada büyük güçler var, olup bitenler de hep onların planı!  Bu inancın karikatür hali “illüminati” ise, daha ayakları yere oturanı “büyük sermaye.”

∗∗∗

Olup bitenlerin büyük güçlerin planladığı doğrultuda işlediği düşüncesinin kaderci bir yanı var. Her hamlenin bir sonraki hamleyi de belirleyecek şekilde yapıldığına inanıyorsak, bir “büyük plan” olduğuna da örtük olarak inanıyoruz demektir. Örneğin, daha ABD Afganistan’da Sovyetler’e karşı mücahitleri örgütlerken, ilerde mücahitlerden Taliban ve El Kaide’yi kurmayı planladığını da düşünebiliriz. Bu durumda, 11 Eylül İkiz Kule saldırılarının da büyük güçlerce Afganistan’ı işgal etmeye bahane olması için planlandığı sonucuna varan bir komploya inanmaktan başka çaremiz kalmaz.

Büyük sermayeye, kapitalizme Allah muamelesi yapmaya gerek yok. Büyük güçler var ve planlar da yapıyorlar. Ama kapitalist aklın işleyişine uygun, kısa vadeli ve faydacı planlamalar yapabiliyorlar. Sovyetler, Afganistan’ı mı işgal etti? Yerelde neyi kışkırtabiliriz? Siyasal İslamcılığı o zaman hemen kışkırtalım. Sonra Taliban ve El Kaide ortaya çıkınca her iki yapıyı da istenmeyen etki (collateral damage) olarak yorumluyorlar ve bu kez ona yönelik yine tek atımlık plan yapıyorlar. Kapitalist aklın kısa vadeli, en hızlı ve o an en faydalı olan mantığı bu şekilde işliyor.

Geçmişe bakarken, önce gelenin kendinden sonrakini içerdiğini “sanmak” başka, önce gelenin kendinden sonrakinin nedeni olduğunu anlamak ise bambaşka. İlki insan zihninin bir işleyiş özelliği, ikincisi ise bir düşünme yöntemi. Tarihte bir şey olmuşsa ancak başka türlü olamayacağından olmuştur demek başka, tarih sonu belli bir olaylar zincirinden başka bir şey değil demek başka. Nesnel gerçek dünyada toplumsal ve siyasal dinamikler nedenin sonucu içerdiği şekilde işlemiyor. İşlese zaten “devrim” dediğimiz o büyük an olamazdı.

∗∗∗

İnsan zihninin işleyişinin bir özelliği daha var: İnsan, kendisini ve dünyayı “kendine özgü” bir kerteriz noktasından anlamlandırabiliyor. Deneyim ve bilginin inşa ettiği bir görme açısı. Çok sayıda etmenle ve egemen ideoloji tarafından biçimlenen bir nokta. Olup bitenler ve olmakta olacak olanlar hakkındaki yargıları bu kerteriz noktasına göre algılayarak anlamlandırıyor. “Senin bakış açından öyle görünüyor” denir ya… O bireysel bakış açısını belirleyen temel etkenlerden biri de kişinin dünya üzerindeki kendi konumlanması hakkındaki özgül inancı.

Kendisini içten içe sevilmeye değer bulmayan biri, başkalarının eylemlerinde sevgi işaretlerinden çok sevilmediğine dair işaretler bulmaya yatkındır. Çünkü kerteriz noktası sevilmeye değer olmadığıdır. Kendisini güçsüz, çaresiz hisseden biri de olup bitenlerin arkasında çok ama çok büyük güçler olduğuna dair örtük bir inanışa tutunmak zorunda kalır. Olup bitene müdahale edemeyecek kadar zayıf olan benim duygusunun yıkıcılığından sıyrılmanın yolu, olup bitenlerin planlayıcılarının (büyük güçlerin) kimsenin baş edemeyeceği kadar güçlü olduğuna dair düşünceler geliştirmektir.  Bu düşünme biçimi bireye, topluma siyasal özne olma imkânı tanımıyor.

Türkiye, zayıf düşmüş, düşürülmüş bir ülke. Derin bir ekonomik-politik krizin içinden geçerken, siyasetçisinden sokaktaki insanına kadar kendisini güçsüz hissediyor. Büyük güçlerin bir planı olduğuna dair inanç, giderek, umarız bir planları vardır inancına evrilebilir. Asıl kriz o zaman ortaya çıkacaktır, içinde umut kadar karanlığı da içeren bir kriz. Çünkü büyük güçler o kadar da büyük olmayabilir ve insanları dayanışmacı siyasal öznelere çevirecek örgütlenmelerin yokluğunda devrim potansiyeli yıkım fantezilerine dönüşebilir.