İrili ufaklı savaşlarla çepeçevre kuşatılmış durumdayız. Bizden kastım dünyanın bütün halkları. Doğrudan savaş alanında ya da sıcak çatışmalardan uzak da olsak etkilerine maruz kalarak yaşamaya çalışıyoruz. Kalıcı istikrarsızlık döneminin bir kez daha büyük ve yıkıcı bir dünya savaşına neden olmasından korkuluyor.

Ekonomik krizde hayatta kalma mücadelesi veren, tekinsiz bir geleceğin kaygısına boğulmuş halkların otoriter/totaliter yönetimlere yöneldiği ve tüm dünyada “sağcı savaşçı liderlerin” yükseldiği bir dönemde olduğumuz tartışılıyor. Otoriter liderlerin milliyetçilik ve dincilik gibi iki temel gerici ideolojiyi kışkırtarak güçlerini yoğunlaştırdıkları ve halkları dinci, milliyetçi savaşlara hazırladıklarına dair kaygılar artıyor.

Sanılanın aksine, dinci ya da milliyetçi “kimlik” insanların doğuştan bir potansiyel olarak getirdikleri özellikler değil. İnsanlarda doğuştan milliyet ya da din potansiyeli yok. Demem o ki, her iki özellik de egemen ideolojinin daha bebekken zihinlere kazıdığı “yapay kimlikler.” Hele milliyetçilik!  Bugün kullandığımız anlamıyla milliyetçilik halkların değil, egemenlerin ürettiği bir kavram. Ulus devlet milliyetçiliği en fazla 250 yıllık bir geçmişe sahip.

∗∗∗

Etnik kimlik, din ve millet/milliyet kimliğinden farklı bir kavram. Temel olarak belli bir grubun üyesi olma anlamındaki etnik kimliğin insanlara yaklaşık 3 yaş civarında kazandırıldığı kabul ediliyor.  Etnik kimlik ana diliyle, ana yemeğiyle ve belli bir bölgede bir arada yaşayan insanların jest, mimikleriyle ediniliyor. Etnik kimlik/ler üzerine ulus devlet kimliği sonradan gelişiyor. Egemenden yönetilene doğru aşılanarak inşa ediliyor.

Doksanlı yıllar boyunca, özellikle “gelişmiş Batı” dışı ulus devletler etnik ve dini kimlikler arası çatışmaların kışkırtılmasıyla ya yıkıldılar ya da süreğen çatışma halinde istikrarsızlaştırıldılar. Her şey içinde karşıtını da doğurarak gelişiyor. Kışkırtılan etnik kimlik ve dincilik kendi ulus devletlerine karşı çıkmakla kalmayıp, “dünyanın düzenini” de hedefine koymuş durumda.

∗∗∗

Gün geçmiyor ki, “gelişmiş Batı’da” bir göçmenin kendi etnik ve dini kimliğini en katı haliyle göç ettiği yerdeki insanlara dayattığı görüntülerle karşılaşmayalım. Şeriatla yönetilen ülkesinden kaçan bir göçmenin Fransa ya da İngiltere’de “Ben şeriat düzeninde ama buranın olanaklarıyla yaşamak istiyorum” dediği görüntülere tanık oluyoruz. Türkiye’de de dincilere “Madem Türkiye’de rahat etmiyorsunuz, o zaman neden şeriatla yönetilen ülkelerde yaşamıyorsunuz” diye kızanlar var. Türkiye’den mülk alarak yerleşen ama kendi etnik ve dini kimliğinin kurallarına göre yaşayanlara da benzer tepkiler veriliyor.

Bu süreç birbiriyle örtüştüğü sanılan ama aslında birbirine ters iki tarz milliyetçiliği geliştiriyor gibi. İç içe gelişiyorlar ama aynı hedefe yöneldiklerini söylemek pek mümkün değil. İlki egemenlerin kışkırttığı milliyetçilik ve dincilik, diğeri ise halkların “tutunmaktan” başka çare bulamadıkları etnik kimlik benzeri milliyetçilik. Özellikle de, etnik kimlik milliyetçiliğinin temel bileşenlerinden biri olan “belli bir alan” milliyetçiliği. Belli bir alandan kastım, hayatta kalmak için gereken toprak parçası, coğrafi alan.

Göç dalgasının sele dönüşmesi de hayat için gerekli toprak parçasını koruma hissinin güçlenmesine ve zaman zaman hayat memat meselesi gibi algılanmasına çok büyük katkı veriyor. Yabancı düşmanlığının daha da ileri bir aşamasından söz ediyorum. Karabük’teki Afrikalı öğrencilerine yönelik tepkiler ya da “Bolu Beyi” Tanju Özcan’ın Bolu’da göçmenleri yaşatmam kostaklanmasını aşan bir hal. “Karabüklülerin” “Boluluları” da düşman görmeye başlamaları tehlikesi…

∗∗∗

Hayatta kalmak için toprak parçasına sahip olmak ve onu korumak için “savaşmak" canlıların belki de geliştirdikleri ilk evrimsel özelliklerden. Bu özelliği, dünyanın sürüklendiği son büyük yıkımda Hitler temel ilke (lebensraum) olarak kullanmıştı. O zamanki tepeden aşağıya Nazi ideolojisinden Alman halkına yönelik bir dayatmaydı. Bugün, hayat alanını koruma endişesi aşağıdan yukarıya halklardan egemenlere doğru bir talep ya da uyarı olarak yükselmeye başlıyor diyebilir miyiz?

Göçmen karşıtlığından yabancı düşmanlığına, oradan da benim hayat alanım olan toprak parçasını korumaktan başka endişem yok ruh haline giden bir süreçten söz ediyorum.

Kendilerine ada ya da yüksek güvenlik duvarlarıyla korunmuş geniş araziler satın alarak “modern kalelerine” çekilen zenginlere karşı kendilerini daha büyük bir milletin parçası olarak görmeyen,  hayat alanlarını korumaktan başka derdi olmayan toplulukların yaşadığı “ulus devletsiz” bir dünya. Bir tür “yeni feodalizm” mi? Yine içinde hem devrimci olanakları hem de “kabile” savaşlarını taşıyan bir süreç.