Çerkesler: Göç ve iskân deneyiminin öyküleri
19. ve 20. yüzyıl, tarihe büyük kitlesel kırım, göç ve sürgün zamanları olarak geçmiştir. 157 yıl önce Osmanlı topraklarına doğru yola çıkan Çerkes göçü de bunun büyük bir örneğidir. Çarlık Rusyası’nın, Kuzey Kafkasya’yı topraklarına katması ile Adıgeler, Ubıhlar, Abhazlardan oluşan 1 milyon beş yüz bin Çerkes anavatanından zorla çıkarılmış; sürgüne gönderilmişlerdi. Bu yolculuk, yaklaşık bir milyon kişinin Osmanlı topraklarına varabilmesiyle tamamlanmıştı.
21 Mayıs 1864’de başlayan ve 1877-78’de ikinci dalga ile devam eden bu büyük kırım ve göçün ardındaki dinamikler kadar, Osmanlı topraklarında iskân edilmeleri de gerilimlerle yüklü bir süreç olmuştur. Osmanlı’da devletin ilk iskân kurumunun tarihsel olarak Çerkeslerin bu göçüne denk gelmesi ilginçtir. Daha önce göçlerle Şehremaneti ilgilenirken, 5 Mayıs 1860’da padişaha sunulan tezkire ile ilk defa merkezi İstanbul olan bir Muhaciriun Komisyonu oluşturulmuş; 1877-78 Rus harbinden sonra genişletilerek İskân-ı Muhacirin Komisyonu’na dönüştürülmüştü. Giderek tüm vilayetlerde birer İskân-ı Muhacirin Müdürlüğü kurulmuş ve bunlar İstanbul’daki İskân-ı Umumiye Müdürlüğü’ne bağlanmıştı.
Kaynaklara göre Muhacirun Komisyonu’nu takip eden yıllardan 1900’e kadar en az bir milyon kişi Osmanlı’da iskân edilmişti ve bunlardan 840 bini Çerkeslerden oluşuyordu. Osmanlı devleti, bazı politik saiklerle Çerkesleri, sınır hatlarına toplu şekilde, iç bölgelerde ise dağıtarak yerleştirmeyi tercih etmişti. Bu çerçevede ilk göçle gelen Adıge-Abhaz toplulukların bir kısmı bugünkü Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya ve Kuzey Yunanistan’a yerleştirilmişti. 1877-78 harbinden sonra gelenlerin büyük kısmı ise Suriye ve Filistin’e yerleştirilmişti. Diğer Çerkes göçmenler Anadolu içlerinde pek çok şehre yerleştirilmişti. Fakat imparatorluğun dağılması ile bütün göçmenler Anadolu içlerine doğru gelecek-getirilecek ve birçok yerde Çerkes aileler birbirlerini bulacaklardı. Nitekim 1965’de ülkede 900 dolayında Çerkes köyü bulunuyordu.
Türkiye’de Giresun, Sivas, Kayseri, Ankara, Bolu, Sakarya, Kocaeli, Samsun, Ordu ve Bursa Çerkeslerin en fazla iskân edildikleri şehirler olmuştur. Nitekim 1927 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımında ‘anadilini Çerkesçe’ olarak ifade eden nüfusa dair veriler de bu duruma işaret etmektedir. Söz konusu sayımda Kayseri’de 13 bin 616, Bolu’da 12 bin 82, Kocaeli’nde 8 bin 959, Tokat’ta 7 bin 131, Balıkesir’de 6 bin 435, Samsun’da 5 bin 616, Çorum’da 5 bin 297, Sivas’ta 4 bin 381, Bursa’da 4 bin 31, Çanakkale’de 3 bin 680, Kahramanmaraş’ta 3 bin 10, Yozgat’ta 2 bin 652, Bilecik’te 2 bin 293, Sinop’ta bin 952, Konya’da bin 769, Afyon’da bin 572, Amasya’da bin 535, Eskişehir’de bin 227 kişi anadillerinin Çerkesçe olduğunu belirtmişlerdi.
Çerkeslerin bütün bu süreci nasıl deneyimledikleri; göç, hafıza, kimlik ve mekan üzerinden pek çok kıymetli akademik araştırmaya da konu olmuştur. Bunun en iyi örneklerinden birisi de Ulaş Sunata’nın Hafızam Çerkesçe (İletişim 2020) adlı çalışmasıdır. Tüm deneyimler, 150 yıldan daha fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, tahrip edilmiş kimliklerin nasıl ve hangi biçimlerde yeniden inşa edildiklerine dair çok önemli sosyolojik olgulara işaret ediyor.
Bütün bu göç-iskân süreci içinde kaybolmuş ve dramın dramına işaret eden başka öyküler de var kuşkusuz. Bunlardan birisi, Osmanlı’nın, iskân edilecek kimliklerle nasıl pragmatik ilişki kurduğudur. Nitekim asıl işlevi Ermenileri yerinden etmek olan Hamidiye Alaylarını örgütleyen Dördüncü Ordu Müşiri Mehmet Zeki Paşa’nın Çerkes olması, herhalde tesadüf değildi. Aşiret önde gelenleriyle huzuruna çıktıkları Sultan Hamit, “Benim, Kürtlerin babası olduğumu unutmayın” demişti. Ama daha sonra sıra Kürtlere gelecek; onları yerinden edecek kuvvetlerin başında da yine yerlerinden edilmiş muhacir subaylar olacaktı. Bu tür haller adeta bir geleneğe dönüşmüş; devletlerin nüfus-iskân politikaları tuhaflıkları ‘normalleştirmişti’.
Çerkeslerin sürgün ve iskân deneyimleri aslında Anadolu’nun demografik yapısının neredeyse her bir rengi için temsil edici bir örnek gibi. Bu toplumsal coğrafyayı oluşturan kimliklerin çoğu benzer süreçlerden geçtiler. O yüzden bu coğrafyanın demokrasisi ve barışı buradan başlayarak konuşulmalıdır.