Çıkmak ya da çıkmamak: İngiltere’nin AB ile imtihanı
Geçen Cuma gününden bu yana bütün dünyanın gündemi İngiltere’nin AB üyeliğinden çıkma yönünde oy kullanması oldu. İngiltere’nin Avrupa Futbol Şampiyonasından da İzlanda’ya yenilerek elenmesi ‘koskoca’ Birleşik Krallık’ı herkesin maskarası da yaptı. Tabii ki bu referandum sonucu basit bir dedikodu malzemesi olmaktan daha fazla bir şey.
Geçen hafta belirttiğim gibi, AB’ye giriş de çıkış da uzun soluklu süreçler. Bu uzun soluklu olma hali başka bir takım riskleri ve spekülasyon olasılığını da artırıyor. 10 gündür de ufak çaplı bir dizi siyasi kriz gördük. Bir yanda hepimiz harıl harıl bu referandum sonucunu anlamlandırmaya çalışıyoruz. Öte yandan da bundan sonra ne olacak, ne olabilir sorusuna yanıt arıyoruz. Bu artık epey bir zaman ‘ne olacak bu İngiltere’nin hali’ gündemimizin baş köşesinde.
Önce anlamlandırma meselesine kısaca ger dönelim. Hayri Kozanoğlu hafta içi yazısında, solun hazır olmadığını vurgulayarak önemli bir noktaya işaret etti. Ancak referandumun iki tarafı olduğu iddiası biraz abartılı. Referandumun ikiden fazla tarafı vardı.
Bu taraflar kısmen de birbirini kesen eksenlerde konumlandı. En önemlisi hem sağda, hem solda seçmenin demokratik temsil eksikliği görmesiydi. Yani ‘bizim sesimiz duyulmuyor’ mesajı çok güçlü bir biçimde verildi. Pek çok insan, referandum sonucundan sonra kısmen pişman da olarak protesto etmek için AB’den çıkma yönünde oy kullandığını ifade etti. Bu iki taraflı birinci eksendi. Siyaseten sesi duyulanlar ve duyulmadığını hissedenler.
İkinci eksen hem muhafazakâr sağda hem de merkez soldaki taraflardı. Bunlar daha ziyade parti liderliği hedefi üzerinden şekillendi diyebiliriz. Sonuç olarak da iki büyük merkez partisi de uzun süre baş ağrıtacak liderlik yarışlarına girmiş durumdalar. Bu çekişme en azından sonbahara kadar da sürecek.
Üçüncü eksende ise taraflar AB’nin devamını neoliberalizm açısından savunanlara karşı birliğin emekçilerin kazanımları açısından savunanlar olarak görmek gerek. Bu eksen İşçi Partisi içinde de kendini gösterdi ancak aynı safta yer alındı. Örneğin Owen Jones ve Jeremy Corbyn ekibinin emekçiler safında yer aldığını söyleyebiliriz. Bu saf AB’nin demokratikleştirilmesi ve aşırı sağın yükselişinin önlenmesi üzerinden bir kampanya yürüttü.
Dördüncü eksen ise eşyanın tabiatı ile ilgili. Kitle partisi siyasetinde tamamen kronolojik bir yıpranmadan bahsedilebilir ve yenilik arayan seçmen için şu veya bu şekilde iktidar olmuş ya da olan partilerin karşısındaki her şey cazip görünebilir. Hele bu alternatif çok basit ve hatta kaba ama net bir dil kullanıyorsa ona yönelme kaçınılmaz olabilir. Kozanoğlu’nun işaret ettiği gibi enternasyonalist ve çalışanlardan yana örgütlü bir muhalefet oluşturulamazsa aşırı sağın daha da yükseldiğini görebiliriz.
Buradan şimdi ne olacak sorusuna geçelim. David Cameron çok zeki bir siyasi manevra ile rakiplerini köşeye sıkıştırdı. İstifa etmesi, görevden yaz sonunda ayrılacak olması ve en önemlisi AB’den çıkış süreci için düğmeye basmayacağını belirtmesi referandum sabahının erken saatlerine bomba gibi düştü.
AB’den çıkma yanlıların zafer konuşmalarını bir yas havasında yapmalarının bir nedeni bu sonucu beklememeleri ve pek de istememeleriyle ilgiliydi. Ancak Cameron’un manevrası daha ağır bir darbe oldu. Çıkış tarafının liderleri Boris Johnson ve Michael Gove referandum gecesi bunu önlemek için nafile bir hamle yaptılar. Cameron’un sonuç ne olursa olsun devam etmesi gerektiğini belirtip sadakat sözü verdiler.
İki tarafında manevralarının arkasında yatan neden şimdi hepimizin önünde. AB’den çıkış fikri bile ekonomik kriz demek. Sterlin 30 yılın en düşük seviyelerine indi ve orada kalması çok muhtemel. Yüzde 10 dolayında değer kaybı spekülatörleri memnun etmiş olsa da ortalama vatandaş için önemli bir yoksullaşma işareti.
Başbakan olmak isteyen ve 2020 seçimlerine hazırlanacak hiç kimse bu sorumluluğu almak istemeyecektir. Nitekim Boris Johnson geçen Perşembe günü parti liderliğine ve dolayısıyla başbakanlığa aday olmayacağını açıkladı. Bu riski kimse göze alamayacak. Başbakan her kim olursa olsun o da topu taca atarak bu işten uzaklaşmaya çalışacak diye düşünüyorum.
Bu durum, kalma yönünde tavır alan İşçi Partisi liderliği için 2020 seçimlerini kazanma ihtimalini güçlendirdi. Ancak parti içi (sağ) muhalefetin başlattığı liderlik krizi o tarafı da sendeletti.
Şimdi bu iki partideki liderlik bilmecesinin yanıtını beklemek zorundayız. Ancak referandum sabahından bu yana artmış olan ırkçı saldırılar geçen hafta belirttiğim aşırı sağ tehlikenin ne kadar yakın ve yakıcı olduğunu gösteriyor. İşçi Partisi içinde Corbyn arkasında kümelenen sol muhalefet daha büyür ve demokratik Avrupa talebini güçlendirirse belki daha iyi günlere doğru bir adım atılabilir.
İyi haftalar ve bol şanslar.