1980 askeri darbesine tanıklık eden benim kuşağım için insan hakları ifadesi, doğrudan darbe ile ilgili toplumsal-bireysel tahribat sürecini hatırlatır. Bu tahribatın merkezinde ise düşünce ve örgütlenme hürriyeti için yola çıkmış milyonlarca insanın yaralarından derin izler vardır. Yanı sıra o kaotik ortama rağmen insan hakları için direnen ailelerin, hukukçuların, yazar ve aktivistlerin mücadelelerinden izler vardır. O yıllardan beri insan hakları, Türkiye’de siyasal ve toplumsal gündemin en önemli ve değişmez konularından birisi olarak kalmıştır.

Buna karşın Cumhuriyetin 100. yılına dair tartışmaların en az temas edilen konularından birisi yine ‘insan hakları’dır. Gerçi yüzünü batıya döndüğü için, vatandaşlık hukuku üzerinden seçme-seçilme hürriyeti, eğitim, kadınlar için açılan yeni alanlar, kamusal hizmetlerden yararlanma gibi bazı haklara sıklıkla gönderme yapılmakta ama mesela ‘fikir ve örgütlenme hürriyeti’ bağlamında insan hakları, neredeyse konu bile olamamaktadır. ‘Cumhuriyetin ikinci yüzyılını demokrasi ile taçlandıracağız’ ifadesi de, herhalde ilk yüzyılın demokrasiden ve bu tür haklardan muaf olduğu noktasındaki örtük mutabakattan ileri geliyor.

∗∗∗

Gerçekten de Cumhuriyetin düşünce, örgütlenme, ifade hürriyetine dair deneyimleri, ne yazık ki ağır yıkıcı vak’alarla yüklüydü. Daha yeni rejimin kuruluşunda TKP’nin başına gelenler, bu yıkıcı sürecin ilk ciddi örneğiydi. Büyük ideallerle kurulmuş Komünist Partinin kurucu kadrosu imha edilmişti. Partinin sonraki yıllarda maruz kaldığı muameleler de çok farklı değildi. Nazım Hikmet ve Hikmet kıvılcımlı gibi nice muhalif şahsiyetler, hayatının önemli kısmını Cumhuriyetin hapishanelerinde geçirmişlerdi. İlginç olan insan hakları ile ilgili bu deneyimler üzerine TKP çevrelerinde bile derinlikli bir tartışmanın yapılmamış olmasıydı.

∗∗∗

Muhalif fikirlerin ifadesi ve/veya örgütlenmesini en ağır şekilde cezalandıran ve sonrasında Cumhuriyete dönüşecek olan yeni rejimin, bir de resmi bir Komünist Parti kurma girişimi var ki, bambaşka yıkıcı bir müdahale olarak kayıtlara geçmişti. Bir yandan TKP’nin başkanı kurucu kadrosunu toptan imha ederken, diğer yandan resmi Komünist Parti kurmak, ‘bu ülkeye komünizm lazımsa onu da biz getiririz’ gibi hükmedici politik zihniyetin ürünüydü. Bu hükmedici siyaset ve tuhaf ‘zeka’, Kılıç Ali, Yunus Nadi, Celal Bayar, Mahmut Esat Bozkurt, Refik Koraltan gibi yeni rejimin önde gelen isimlerini bile resmi Komünist Partinin kurucuları olarak ilan edebilmişti.

∗∗∗

Cumhuriyetin ‘insan hakları’yla ilgilenme biçimi de, resmi Komünist Parti kurmak eylemine benziyordu. Yani ‘ihtiyaç hasıl olduğunda’ siyasal gündeme giriyordu. Nitekim Birleşmiş Milletler Ekonomik Toplumsal Konseyi, 1946’da bir İnsan Hakları Komisyonu oluşturup üye ülkelere de insan hakları örgütlerinin kuruluşunu tavsiye edince Cumhuriyet rejimi de ‘resmi’ bir insan hakları örgütü için kolları sıvamıştı. Başbakan Recep Peker, bu iş için Nihat Erim’i görevlendirmiş; Erim de kısa sürede bir tüzük bile hazırlamıştı. Hatta BM’nin tavsiyesine uygun olması için 17 Ekim 1946’da Birleşmiş Milletler İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Koruma Türk Grubu adıyla bir kurumsal girişim oluşturulmuştu. Bu yapı, beklendiği gibi bakanlık bürokratları, milletvekilleri, rektörler, dekanlardan vb. oluşuyordu.

∗∗∗

Fakat bu sürecin asıl kurumu İnsan Hakları Cemiyetiydi. Aynı yıl İstanbul’da kurulan cemiyet adeta bir ‘milli görev’ olarak algılanmış ve bunun için iktidar ve muhalefet işbirliği yapmıştı. Cemiyet, resmi TKP’nin kuruluşunu hatırlatıyordu. Kurucular arasında Fevzi Çakmak, DP il başkanı Kenan Öner, Maliye Bakanı Raşit Erer, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Tan Gazetesi başyazarı Zekeriya Sertel, Cumhurbaşkanlığı eski genel sekreteri Hasan Rıza Soyak gibi isimler yer alıyordu.

İnsan Hakları Cemiyetinin başkanı ise kuruluş yıllarında resmi TKP’nin de üyesi olan, 1924-44 yılları arasında kesintisiz olarak ülkenin Genelkurmay Başkanlığını yapan Fevzi Çakmak idi. Özetle ‘insan hakları örgütü’ kurmak, yine insan haklarının canına okuyanlara kalmıştı. Belki de bu yüzden Türkiye, yüzyıllık öyküsünü anlatırken, insan haklarına dair bu ilginç deneyimleri tartışma dışı bırakmayı tercih ediyor.