Google Play Store
App Store
Demokratik devrimci bir Cumhuriyet için

Cumhuriyet’in kurulmasına giden süreç bu toprakların tarihinde çok kritik bir dönüm noktasıdır. İmparatorluğun son dönemlerinden itibaren biraz da ürkekçe konuşulan cumhuriyet fikri, Bağımsızlık Mücadelesi esnasında yerel ve ulusal kongreler aracılığıyla ete kemiğe bürünmüştü. Her ne kadar cumhuriyetin ilanı zamanlama olarak pratik meseleler ile ilişkilendirilebilirse de, egemenliğin halkta olduğu düşüncesi toplumsal mücadelenin içinde mayalanmıştı. Bir başka ifadeyle, cumhuriyetin işaret ettiği haklar ve yönetim modeli “tepeden inmecilik” ile tarif edilemeyecek bir taban hareketinin kazanımıydı. Egemenliğin kaynağını dünyevileştiren, monarşinin miadını doldurduğunu kanıtlayan somut gelişmeler, “yeni bir başlangıç” yapma hedefiyle birleştiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmış oldu.


İlerici potansiyel erozyona uğradı

Cumhuriyet, kurucu kadronun önemli bir bölümü tarafından kökleri Aydınlanmada olan bir uygarlık projesi ile eş anlamlıydı. Halkı “yurttaşlaştırma” çabaları, bu projenin ayrılmaz bir parçasıydı. Yurttaşlık, en çok arzu edilen siyasi ve hukuki bağ olarak düşünüldü ve bu haliyle topluma sunuldu. “Cumhuriyet’e yakışır yurttaş olma” fikri, toplumsal dönüşümde rol oynayan aktörlerin en önemli motivasyon kaynağıydı. Çünkü toplumsal dönüşüm, halk üzerinde iktidar sahibi olan dinsel otoritelerin ve aşiret tipi yapılanmaların tasfiye edilerek kolektif özgürleşmenin sağlanması olarak algılanıyordu.

Zamanla kendini laiklik-bağımsızlık ve kamusal fayda fikri üzerine inşa etmiş cumhuriyetçi paradigma ile özdeşleştiren kuşaklar yetişmesine rağmen demokrasinin derinleştirilmesi ve sömürüsüz bir düzenin kurulması mümkün olmadı. Sığ bir milliyetçiliğin gölgesinde, halkın egemenliği bizzat kullanmasına olanak sağlayacak güçlü mekanizmalar geliştirilemediği gibi laiklik ve bağımsızlık konularında da büyük bir gerileme yaşandı. Soğuk Savaş Türkiye’si, bir yandan makbul demokratik katılımın, sandıkla sınırlı/“prosedürel” bir siyasi etkinliğe dönüşmesine bir yandan da cumhuriyet fikriyle kavgalı akımların devlet destekli güçlenmesine tanıklık etti. 1980 sonrasındaki neoliberalleşme süreci ise kamusallık, kamu hizmeti, ortak bağ gibi nosyonların altını oydu. Ortalama siyasetin emperyalist güç merkezlerine, rantçı sermaye gruplarına ve dinci odaklara bağımlılığı arttıkça cumhuriyetin ilerici potansiyeli de erozyona uğradı.

Saray patentli oligarşik sistem

Yaklaşık 20 yıllık AKP dönemi, cumhuriyetin biriktirdiği her şeyin siyasi iktidar eliyle tarumar edildiği bir dönem oldu. Bu tahribatı öncesiyle kıyaslamak olası dahi değil. AKP, sıkça değiştirdiği müttefiklerinin yardımıyla ve sığındığı “milli irade” söylemiyle, hem Cumhuriyet’in kurucu paradigmasını hem de kurumlarını sabote etti. Meclis’in iradesi üzerine Saray’ı, yurttaş kimliğinin üstüne AKP’li olmayı, kamusal faydanın yerine bir avuç yandaşın çıkarını koydu. Devletin laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu ibaresi için yalnızca anayasada yazılı olmanın ötesinde iktidar için bir anlam taşımıyor. Kâğıt üstünde dahi kalmaması için “yoklama çekenler” de az değil. Aklına “demokrasi ve laiklik” şimdi gelen kimi egemen güçler ise tek adam rejimi kurulurken ulusal bayramlarda gösterişli reklamlar vermekle yetiniyor, iktidarın kurduğu sömürü düzeninden azami fayda sağlıyordu.

Rantçısı, şeyhi, mafyası, “vakıfları” ile Saray patentli oligarşik bir “sistem” bildiğimiz cumhuriyeti dört bir taraftan kuşattı. Bugün muhafaza edilmesi gereken bir “cumhuriyet” yok; aksine devrimci-demokratik bir çizgide kurulması gereken bir Cumhuriyet var. Milyonlarca yurttaş, İslamcı dayatmalara karşı eşitlik ve adalet teminatı olarak laikliğin kazanıldığı, şirket-devlet anlayışı yerine kamuculuğun konduğu, emperyalist odaklara bağımlı, militarist politikaların yerine barışçıl ve bağımsız politik vizyonun inşa edildiği bir cumhuriyetin özlemini duyuyor. Bu özlem, siyasi ikbal beklentilerine ve hükümet sistemi tartışmasına indirgenemeyecek kadar büyük. En geniş ittifak, siyasetin dar kulislerinde değil demokratik mücadele ile örülen toplumsal tabanda devrimci-demokratik bir cumhuriyet fikri üzerinden kurulabilir, büyüyebilir, güçlenebilir.

O nedenle Cumhuriyet’in 100. yılına yaklaşırken nostaljiye hapsolmayan, aritmetik hesaplarının esiri olmayan, tutucu restorasyon projelerine kurban edilmeyen bir politik çizginin belirginleşmesi elzem. Böyle bir çizgi cesur olmalı, cüretkâr olmalı, barışçıl ama ödünsüz olmalı, tarihsel deneyimle bugünün şartlarını birleştirebilmeli. Bunu da ancak Sol’un aktif bir rol üstlendiği ve toplumsal muhalefetin enerjisini aktardığı bir seçenek başarabilir.