Nancy Fraser’ın Covid-19 pandemisinin yarattığı yıkıcı tabloya dair ve ona karşı bir tahlil üretme ihtiyacıyla ele aldığı yamyam kapitalizmi tartışması günümüz gerçekliğine ışık tutan anlamlı perspektif sunuyor. Kavramın temel perspektifini Fraser’ın konu üzerine verdiği bir röportajdaki ifadesiyle özetleyebiliriz. Sorunlu bir geçmişe sahip olan yamyamlık metaforunu “gerçek yamyamlar” olan sermaye biriktirenlere iade ediyor[1]. Yamyamlık benzetmesini, sermayenin yaşamın her alanını; toplumsal, doğal, bireysel üretimleri yiyerek topladığı servetle nasıl semirdiğini anlatmak için kullanıyor.

Yamyam kapitalizmini bugün benim hafızama getiren şey, diğer birçok krizin yanı sıra 6 Şubat depreminin birinci yıl dönümü olması elbette. Depremin acısı hala taze. Üzerinden geçen bir yılda yıkımdan kurtulan depremzedelerin acılarını sürekli taze tutacak bir yaşam mücadelesi verdiklerine tanıklık ettik. Yıl dönümü bu tablonun bilançosunu kayıt altına alan birçok bilgi ve belgeyi görünürleştiriyor.

Bazılarına bakalım: Afet bölgesi için toplanan milyarlarca lira nerede bilmiyoruz. Kayıp çocuklar ve yetişkinlerin akıbetini bilmiyoruz. Afet bölgelerinde sağlıklı bir yaşam; beslenme, barınma, sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere kamu hizmetleri sağlanır halde değil. Altyapı sorunu tüm bu koşulları daha da zorlaştırıyor. Çadırları, konteynerleri sel, lağım suları basıyor. Yıkımın sorumlularından hesap sorulmadı. Molozların yarattığı asbest tüm kentlere yayıldı. Afet bölgesinden çıkan depremzedeler başka şehirlerde niteliksiz yapılarda fahiş kiralarla mücadele ediyor. Kentlerine ne zaman dönecekler bilinmiyor. Üstelik bu sırada, kendileri henüz binalarının risk durumuna dair tutarlı bir veriye bile ulaşamazken rezerv alan denilerek, şu bu denilerek topraklarının, mülklerinin gasp edildiğini görüyorlar. Tüm bu sorunların en çok da Hatay’da yoğunlaştığı görünüyor.

Yaşamın, felaket iktidarı nezdinde nasıl da değersizleştirildiğini hatırlatan bir külliyat. Doymak bilmeyen sermayenin yaşama nasıl da yamyamca saldırıp semirdiğini gösteren bir korpus…

∗∗

“Kamusal alan, kamusal söylem - ne zaman bir hegemonya krizi olsa yaşanan bir vahşileşme söz konusu.” diyor Fraser aynı söyleşide. Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını çağrıştırıyor: “Merkezi yönetim ile yerel yönetim el ele vermezse o şehre bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı”. Dile gelen bu ideoloji, birçok Hataylı tarafından hem geçmişin hem de geleceğin bir itirafı; acıları yeniden yaşatan ve yinelemeyi vaat eden yıkıcı bir ifade olarak nitelendi.

İstanbul seçim kampanyasının merkezinde de aynı argümanı görüyoruz. 22 yıldır gördüğümüzü de özetliyor. AKP iktidarının kentçilik kavrayışını özetliyor. 1999 depremi bu kentçiliğin merkezindeydi ilk günden beri. Neyi çözdü peki İstanbul’da? Bu anlamda aslında bugün de topluma, kentlere vaat edilen çözümsüzlükten başka bir şey değil. Kapitalizmin varlığını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu altyapı, kamu malları, yasal sistemler gibi politik yapıları ve ekonomi dışı toplumsal alanı yok etmeye donanımlı olduğunu söylüyor Fraser. Tıkınırcasına yiyerek kendilerine ziyafet çeken kapitalistler “zarar verdiklerini yenilemek ya da onarmak gibi bir sorumlulukları olmaksızın istedikleri her şeyi almaya” yani yamyamlığa yatkındır diyor. Katılmamak mümkün değil.

Nasıl mı çıkacağız bu girdaptan. Yukarıdaki bilançonun bir başka diğer Lütfü Savaş’la değil örneğin. Fraser’la başladık, onun yanıtıyla sürdürelim: İhtiyacımız olan şey, sermayenin açgözlülüğünü fark edebilecek ve onu aç bırakacak geniş kapsamlı bir sosyalist hareket. Bana öyle geliyor ki bunun yolu da her şeyden önce yaşama, onu seçim pazarlığının konusu haline getirenlere rağmen sahip çıkmaktan geçiyor. Tıpkı depremden bu yana Hataylıların, Hatay’ı yaşatmakta direten sosyalistlerin yaptığı gibi.

[1] https://newrepublic.com/article/168198/cannibal-capitalism-destroying-societys-basic-structures-nancy-fraser-interview