Devam eden darbe
Fotoğraf: Arşiv

Türkiye’nin en uzun süren darbesidir 12 Eylül. Üzerinden geçen 42 yılda ülke siyaseti Özal’dan Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Erdoğan’a birçok siyasetçinin yükselişine tanıklık etti, bununla birlikte 12 Eylül’ün zihniyeti bu sağcı kadroların yönetiminde, bizzat onların katkısıyla kendini yeniden üretmeye ve tahkim etmeye devam etti. Bugünün Türkiye’si eşit yurttaşlıktan, laiklikten, özgürlükten, sosyal devletten fersah fersah uzakta, karşı karşıya olduğumuz yıkımın belirli bir sürekliliğin neticesinde gerçekleştiği ise hepimizin malumu. AKP iktidarı söz konusu yıkımın en son, belki de en “başarılı” aparatı. Ancak geride bıraktığımız 42 sene, mücadelenin yalnızca muktedirle sınırlı olmaması gerektiğini, 12 Eylül zihniyetiyle ve onun ürettikleriyle topyekûn mücadele edilmesinin elzem olduğunu defalarca kanıtladı.

12 Eylül’ün zihniyeti dediğimizde siyasetsizleştirme, sağcılaştırma ve kamunun tasfiyesini kast ediyoruz. Bu üç başlık birbirleriyle organik bir ilişkiye sahip. Her biri, bir diğerini besliyor ve sağcı iktidarların el kitabına her defasında damgasını vuruyor.

1980’de, başta Kenan Evren olmak üzere, darbenin yürütücüsü kadrolar siyasetten arındırılmış bir toplum arzuluyordu. “İdeoloji” dendiğinde tüyleri diken diken oluyordu zira onlara göre ideoloji yani belirli prensipler etrafında tutarlı düşünme çabası, toplumu bölen bir şeydi. Sınıf hareketi, hak mücadeleleri, söz karar ve yetkinin halkta olma talepleri gibi 1960’ların ve 70’lerin devrimci çıkışları onların nazarında “sapkın” ideolojinin bir ürünüydü ve tehlikeliydi. Silindir gibi sol kadroların üzerinden geçerlerken bir yandan toplumu siyasal düşünme alışkanlığından soyutlamaya çalışıyorlar diğer yandan sağcılaşmanın taşlarını döşüyorlardı.

Özal’ın ANAP’ı, “sapkın” ideolojiler mitini popülerleştirdi. “Dört eğilimi birleştirme” adı altında toplumun dinamik – devrimci hatlarını pasifize etmeyi arzularken Nakşibendi tarikatlarına açtığı geniş alan ve eski MHP’lilere tahsis ettiği koltuklarla sağcılaşmanın yeni şampiyonu oluverdi. Özal’ın düşlerinde teknokratların yön verdiği, halkın örgütlü temsilcilerinin yok sayıldığı bir ekonomi modeli vardı. İşçilere “senin oyuna ihtiyacım yok” diyecek kadar sermayenin politikacısıydı. Yılların kamu iktisadi teşekküllerine baktığında üretim potansiyelini değil satılacak arsaları görüyordu. Kamu kaynaklarının özel sermaye lehine tasfiyesinin pop-starı olarak takipçilerine rant-sever bir “vizyon” miras bıraktı.

Özal’ın ve ANAP’ın ufkunda 12 Eylül’le hesaplaşma zaten olamazdı, bu iddiayı zaman zaman dile getiren Demirel ise 1991’de iktidar ortağı olduğunda, toplumu siyasetsizleştirme ve sağcılaştırma bahsinde ANAP’la örtük bir ittifak kurdu. Koalisyon ortağı SHP’nin demokratikleşme baskısını, bu zımni ittifakla savuşturdu. Demirel’den sonra DYP’nin başına geçen Çiller de Özal kadar teknokrat-perver ve sermaye dostuydu. Çiller, DYP’yi MHP tarzı bir milliyetçilikle buluşturarak ve sonra da Refah Partisi ile koalisyon kurarak ülkeyi sağcılaştırma “misyonunda” yeni bir faza geçti. Bugün Saray’ın yanında durması bu yüzden pekâlâ kendi içinde “tutarlı” sayılabilir.

28 Şubat her ne kadar laik rejimi koruma kisvesi altında gerçekleşse de asıl amaç 12 Eylül’ün restorasyonuydu. 1990’larda yeniden politikleşen kitlelerin siyasal gücünü emen ve manipüle eden 28 Şubat, sağcılaştırma eğilimini İslamcılıktan ayıklayarak sürdürmeyi hedefledi. Mesut Yılmaz gibi restorasyonun merkez sağ kahramanlığına soyunan isimleri ise derinleşen ekonomik krizde sermaye fraksiyonları arasında güçlü olan lehine pozisyon alma telaşındaydı. 1999 seçimlerinde ipi göğüsleyen Ecevit ve merkez sol kadrolar ise sağcılaştırma, siyasetsizleştirme ve kamunun tasfiyesi bahsinde bariyer olamadıkları gibi sağcı ortaklarının AKP’nin iktidara yürümesine yol açacak işler yapmasına seyirci kaldılar.

AKP hem 12 Eylül zihniyetinin hem de onun restorasyonu 28 Şubat’ın dolaylı bir sonucu olarak doğdu. Son 20 senede birçok müttefik değiştirdi, söylemini ve organizasyonel yapısını dönüştürdü ancak “ana hattan” hiç ayrılmadı. O hat sağ siyasetin klişelerini yeniden üreten, topluma güç odakları lehine “yukarıdan” ve “aşağıdan” müdahale eden, İslami cemaat ve tarikatların manevra alanını sürekli genişleten, Meclis muhalefetini İslamcı ve milliyetçi-mukaddesatçı tabularla çerçeveleyen bir sağcılaştırma istikametini tarif ediyor. Kitleleri kültür savaşına sevk ederek sınıf siyasetinden uzaklaştırmak, demokratik kitle örgütlerini zayıflatmak ve sermaye transferini zirve noktasına çıkarmak 12 Eylülcülüğün AKP sürümü olarak karşımızda duruyor.

42 yıl sonra 12 Eylül’le hesaplaşmak, darbeyi serbest seçimlere geçişe kadar süren bir kesit olarak kavrayarak ve tek başına darbecilerin adını caddelerden, kamu binalarından silerek başarılabilecek bir iş değil. Özalları, Demirelleri, Türkeşleri yad ederek, “eski devlet adamları” nostaljisine kapılarak, onların yeniden ürettiği sağcı şablonun içinde kalarak ne darbe zihniyetiyle ne de bugünkü iktidarla mücadele edilebilir. Tüm ilericiler, sosyalistler, cumhuriyetçiler, siyaseti tribünden izlemekten halkı kurtaracak, sağcılığın tabularını yıkacak, sosyal devletin yok edilmesine karşı kamuculuğu savunacak bir iddiayı büyütecek potansiyele sahip. 12 Eylül zindanlarından Silivri’ye aramızdan ayrılanlara ve halihazırda kilitli kapılar ardındaki siyasetçilere, aydınlara olduğu kadar gelecek nesillere karşı da böyle bir sorumluluğumuz var.