Otobüs duraklarında, iskelelerde, meydanlarda endişeli bakışlar gelip geçeni süzüyor, herkes kendince bir diğerinde tuhaf, tehlikeli bir hal arıyor. Ana arterlerde duran bir aracın yanından geçmeye ürküyor insanlar; direksiyonda belki de eşini ya da çocuğunu bekleyene kaçamak bir bakış atarak ‘vaziyet’ alıyorlar. Onlarca polis şehrin işlek köşelerinde şüphelendiğini çevirip GBT kontrolü yapıyor. Polis ‘eşkali şüphelinin’ kimlik numarasını okurken, çevrilmeyenler kendilerini makbul vatandaş hissedip gururla uzaklaşıyorlar oradan. Elinde dedektör, metroya, vapura koşanların çantasını kontrol eden güvenlik görevlisi etrafta çevik kuvvet varken daha özgüvenli sanki. Hemen hemen herkes usul usul uzatıyor çantasını dedektöre. Ne de olsa ufak bir çekingenlik yanlış anlaşılabilir! Hepimiz birbirimiz için potansiyel şüpheliyiz artık. Halbuki çok değil üç sene önce Haziran günlerinde meydanlarda, sokaklarda polis şiddetine karşı direnirken birbirimize kuşkuyla değil dostça bakıyorduk; üzerimize gaz bombaları atılırken, biber gazından gözümüzü açamazken yanımızdaki meçhul birine emanet ediyorduk canımızı.

Haziran direnişlerinden sonra hep yazdık, konuştuk Gezi’yi farklı kılan yaşamı savunmasıdır diye. Yaşamı savunmak cana sahip çıkmaktır, ağaca sahip çıkmaktır, emekçiye sahip çıkmaktır, kamusal alanda özgürce birlikte eylemektir dedik. Can kaybettik, yoldaş kaybettik ama müşterek alanlarımızı sonuna kadar savunduk. Eskişehir’den Tuzluçayır’a, Kordon’dan Kızılay’a sokağımızı, meydanımızı biz eyledik. Şimdi o sokakları, meydanları içindekilerle yitiriyoruz; asıl korkulması gereken bu.
O gün iktidarın eteklerine tutunup Kabataş fantezileri anlatanlar, camide içki içtiler diyenler, cam çerçeve indirdiler diye ahkâm kesenler bugün ülkenin kocaman bir cenaze evine dönüşmesinin suç ortaklarıdır. Gezi’ye ahlak bekçiliği adı altında saldırıp bugün cemaat vakıflarındaki çocuk istismarına sessiz kalanlar yaşadığımız ikiyüzlülüğün cisimleşmiş halidir. Eğer memleketin bir bölümünde binlerce insan evini terk etmek zorunda kaldıysa, diğer bölümünde de evinden çıkmaktan korkar hale geldiyse bunun sorumlusu kendi siyasi hırsları için ülkeyi savaşın içine çeken iktidar blokudur.

Bu ülkenin dürüst gazetecisi, akademisyeni yazarı yıllardır iktidarın Türkiye’yi içine sürüklediği savaşın olası korkunç sonuçlarını yazdı durdu. Suriye’deki savaşa emperyal hırslarla müdahil olmanın çatışmayı eninde sonunda kendi topraklarına davet etmek olduğunu söyledi. Taşeron örgütlerin kontrolden çıkarak memleketi yakıp yıkacağını yazdığımızda daha Suruç katliamı olmamıştı; Reyhanlı ise hâlâ kanıyordu. Ancak Ortadoğu bataklığından Yeni Osmanlı coğrafyası çıkarma peşindeki zevat ve de takipçileri kulaklarını tıkadı. Hangi cihatçı militanların nerelerde, ne şekilde barındığını haber yapan BirGün muhabirleri adliye koridorlarında kendini savunmak zorunda bırakılırken cihatçı hücreler kahvehanelerden adam devşirdi, canlı bombalar ellerini kollarını sallayarak gezdi aramızda.

Sokaklarını, bahçelerini savunanlar arasında Lice’ye de selam gönderenler vardı 2013 yazında. 13 Mart katliamı geldi sadece masum onlarca insanı ve umudu değil, şimdilerde unutulan o selamı da vurdu. Bayık’ın intikam nidaları ve savaş her yere yayılacak açıklaması ardından gelen Kızılay saldırısı, toplu yok oluşa kapı araladı. Faşizmi yıkacağını iddia eden TAK terörü hem Ortadoğu yöntemleriyle insani olan ne varsa ona saldırdı hem de faşizmin ekmeğine yağ sürdü. Yalnızca muhaliflere yönelik cadı avından, AKP-MHP gizli ittifakı ya da CHP’nin yalpalamasından değil tedirginlikle kabuğuna çekilen yığınlardan, Kürt illerinde ne olduğunu unutturan atmosferden söz ediyorum. Bu tablonun müsebbibi hem PKK hem de iktidar blokudur.

Koskocaman ülkenin her bir köşesinde gözyaşı ve korku var artık. Patlayan bombalar, parçalanan bedenler karşısında politik ve vicdani sorumluluk duymayan, koltuğunda oturmaya devam eden, hepimizin zekâsı ve sabrı ile dalga geçenler bilsin ki bu böyle gitmez. Bugün yaratılan korku ve yılgınlık atmosferi belki bir süre daha iktidar blokunu tahkim eder, itirazları cılızlaştırır ancak enkaza dönen bir ülkede hiçbir taht, hiçbir makam payidar kalmaz. Bizler alışmak yerine hesap sormak; ölüme ve öldürmeye karşı yaşamı savunmak zorundayız. Direnmek hayattan yana taraf olmaktır.