“Düşman” konuştu, ezber bozuldu

Türkiye’de 1960’lı yıllara kadar kırsalda yaşayan Alevilerin bu dönemden sonra kent hayatına dahil olması ve sol düşünceler etrafında politikleşmesi, sağ siyasetin de “düşman” algısının şekillenmesi açısından önemli bir eşik oldu. Önceleri “asi” ve “kafir” tonlamasıyla “Kızılbaş” olarak adlandırılan topluluk mensupları, sosyal algıların değişmesiyle birlikte “Alevi” olarak adlandırılmaya başlasalar da Türk sağı açısından her zaman kültürel ve siyasi karşıtlığın önemli bir unsuru olageldiler.

Solun yükselişte olduğu ve kitleselleştiği 1970’li yıllarda Aleviler de devrimci hareketler içinde politikleşmeye başlamıştı. Devrimcilerin başkaldırı ve direniş eksenli söylemleri, haksızlığa, sömürüye ve emperyalizme meydan okuyan kararlı duruşları, yüzyıllardır Anadolu topraklarında zulüm gören, her dönemin iktidarı tarafından baskı altında tutulan Alevilerle doğal bir bağ kurmalarını sağladı. Alevi deyişleri devrimci marşlara evrildi, solcular arasında Alevi bıyıkları yaygınlaştı. Pir Sultanlar, Şeyh Bedreddinler solun kültürel dünyasında “öncül kahramanlar” olarak tanındı.

Kendini ağırlıklı olarak karşıtlıklar üzerinden tarif eden Türk sağı ise Alevileri, CHP’lilerin, komünistlerin, “Moskof uşaklarının”, Kemalistlerin, Kürtlerin, Batıcıların, elitlerin vs. olduğu “düşman” torbasının içine attı. Böylece Aleviler de sağı bir arada tutan “ortak düşmanlar”dan birine dönüştürüldü. Aleviler hem kültürel ve hem de politik açıdan “bozguncu” olarak kabul edildi.

1980’lerde solun gerilemesiyle birlikte kimlik siyasetleri çağı başladı. Önceki dönemde sosyalist hareket içinde konumlanan ve öz kültürü ideolojik mücadelenin önüne geçmeyen Alevilik de kendiliğinden ve bağımsız bir politik kimlik haline geldi. Bu durum zamanla sağın, “Aleviler solun doğal müttefikidir” görüşünün yumuşamasına neden oldu. Büyük oranda muhalif karakterlerini korusalar da Aleviler, sağ tarafından “İslamın içinde kalmak koşuluyla”, diyalog kurulabilir özneler arasında algılanmaya başlandı. Ancak yine de kimlikler dünyasında güçlü bir akım haline gelen siyasal İslamcılık içinde Alevi karşıtlığının güçlü biçimde yaşamaya devam ettiğini belirtmek gerek. 1993 Sivas Katliamı ve 2013 Gezi Direnişi’ne yönelik İslamcı yorumlarda bunun izleri net şekilde görüldü.

***

AKP iktidarının 2009'da başlattığı “Alevi açılımı” da farklılaşan dönemsel koşulların bir yansımasıydı. Haziran 2009’dan Ocak 2010’a kadar düzenlenen çalıştaylarla, Alevi yurttaşların sorun ve taleplerinin ele alındığı söylendi. Ama işin sonunda hazırlanan rapor, Türk sağının tüm pragmatist tutumuna karşın eski düşünce kalıplarının aşılamadığını kanıtladı. Siyasal İslamcılara göre problem, Alevilerin modernleşme sürecinde dinsel özü koruyamayarak İslamiyet’ten uzaklaşması, kendilerini “radikal” tutumlarla ifade etmeleriydi. Elbette bu kibirli ve üstenci açılım sürecinden de bir sonuç alınamadı.

Erdoğan, “demokratikleşme” illüzyonuyla iktidarına devam etme şansının kalmadığı 2013’ten sonra, kurduğu ittifak zemininin de ihtiyaçlarını gözeterek Türk sağının geleneksel bakış açısına dönüş yaptı. Mezhepçi, kutuplaştırıcı dilini keskinleştirdi. Zaten onun, siyaseti bir “hizmet/eser alanı” olarak tanımlayan yaklaşımı, daima “bunu bize yaptırmak istemeyenlere rağmen yaptık” söylemiyle bir bütünlük içindeydi. Erdoğan’ın “Yapamazlar dediler ama yaptık” türü sözleri, hem kendi kitlesinin gururunu okşar hem de bu icraatların kime karşı yapıldığının altını çizip “ortak düşmana” karşı teyakkuzda olunması gerektiğini hatırlatır. Günümüz Türkiye’sinde bu ortak düşmanlardan biri de geçmişin “Kızılbaşları” olan Alevilerdir. Bunun en önemli nedeni, bir Alevi olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ın rakibi olmasıdır.

Erdoğan, Kılıçdaroğlu üzerinden bir anlatıyı cisimleştirme şansı bulduğunu düşündü. Bugüne kadar mitinglerinde sık sık Kılıçdaroğlu’nun kökenine yönelik kendi kitlesine sinyaller göndermesinin sebebi de buydu. 2011 yılında Başbakanlık görevindeyken, “Biliyorsunuz bu Kılıçdaroğlu Alevi” dedi. Geçenlerde yaşanan seccade olayından sonra da yine Kılıçdaroğlu’nun kökenine ilişkin imada bulundu. Kılıçdaroğlu ise yanıtında, “Derdi başka. Bu onun imalarından. Bu zehirli dili tanıyoruz. Erdoğan çıkar ağzındaki baklayı, ‘affedersiniz’ diyerek söyle. Söyle de rahatla” diyerek Erdoğan’ın mezhepçi siyasetine dikkat çekti.

***

Kılıçdaroğlu esas hamlesini ise 19 Nisan’da “Alevi” notuyla paylaştığı videosuyla yaptı. Alevi olduğunu herkes biliyordu ama daha önce kendisi bunu hiç dile getirmemiş, kimliğini ön plana çıkarmamıştı. İlk kez “Ben Aleviyim. Kimliklerimiz bizi biz yapan varlığımızdır. Ve elbette onurla sahip çıkmamız gerekir” dedi. Teknik olarak sözlerindeki muhatap, sağın kimlik temelli ayrıştırıcı siyasi söylemine görece daha az maruz kalmış gençler oldu. Eskinin kalıplarını, ufku geniş yeni kuşakları arkasına alarak yıkmayı tercih etti. Ama aslında tüm Türkiye’ye seslendi. Nitekim yaklaşık 100 milyon kez görüntülenen bu video, Saadet Partisi tarafından da kimlik siyasetine eleştirel bir dokundurmayla paylaşıldı.

Sağın tarihsel “düşmanı” böylece “İşte karşınızdayım” dedi. Konuşan sadece Kılıçdaroğlu değildi; tarih boyunca ezilen, hor görülen, varlığı bir tehdit olarak algılanan tüm kültürel kimliklerdi. Bu çıkış, Aleviliği merkez siyasette “utanılacak/gizlenecek” bir kimlik olmaktan kurtararak Erdoğan’ın kültürel kutuplaşma evreninde “onlar-biz” dikotomisi üzerine kurduğu hattın sarsılması anlamına geliyor.

Ancak sarsmak ve ezber bozmak, yıkmak için yeterli değil. Söylemin arkasının getirilmesi, onu besleyecek kısa ve uzun vadeli politik koordinatların da inşa edilmesi gerek. Mezhepçiliği toplumun kılcal damarlarına enjekte eden tarikatları, cemaatleri ve yandaş vakıfları sorgulamadan, bu tip yapıların faaliyetlerini tartışma konusu yapmadan, “kindar-dindar nesil” projelerini ve imam hatip dayatmasını görmeden, İstanbul Sözleşmesi’ni tavizsiz şekilde savunmadan, özgürlüklerin ve demokrasinin teminatı olan laikliği ıskalayarak yeni bir atmosferin yaratılması hedefi, bir hayalden öteye geçemez. “Alevi” videosunun bir değişim yaratıp yaratmayacağının ölçütü de bu olacak.