AKP, ekonomiyi batırmak pahasına seçimleri almak hedefindeydi. İkisini de becerdi; hem ekonomiyi batırdı hem seçimleri aldı. Şimdi seçimleri kendisine kazandıran düşük gelirli kesimlere "pamuk eller cebe" demekte.

Ekonomide yeni rota

Ekonomide izlenecek yeni rota/ güzergâh, seçimler sonrasında hemen yenilenen ekonomi kadrosuyla belli olmuştu zaten. Eylül başında açıklanan OVP (2024-2026) bu yeni yolu biraz daha sayılara ve sözel taahhütlere döktü. Bu taahhütlerin ne kadarının tutacağı/tutturulacağı, bizzat ekonomi yönetiminin bunları ne denli ciddiye aldığı veya hepsine sadık kalıp kalmayacağı, hedef ve tedbirlerin bir kısmanın esasen her programın süsü olarak metne yerleştirildiği gibi konulara takılıp kalmamak gerekiyor. Bunlar tali meseleler olduğundan dolayı değil, artık iyice gevşek belgelere dönüşmüş bulunan OVP’lerin ortak sorunu olmalarından ötürü. Bununla birlikte OVP’ler bir niyet beyanı olarak önemlidir. Özellikle de ekonomi yönetiminin son iki yılın politikalarından dönerek makas değiştirdiği bir dönemde. 

Yanlış anlaşılmasın, Haziran öncesi ve sonrasında uygulanan ekonomik politikaların sınıfsal özünde bir değişiklik yok; dolayısıyla bu anlamda bir makas değişimi söz konusu değil. Mevcut sermaye iktidarının doğası gereği olamazdı da. Her iki dönemde de emek karşıtı politikalar egemen; ama yeni açılan dönemde bunun daha da katmerlenmesi beklenmeli. Buna "OVP ve Emekçiler" yazımızda değinmiştik (Sol Portal, 19.09.2023). 

Farklılaşmanın nedeni şu: Seçimlerden önceki 20 ayda, seçimlerin kazanılmasına yönelik ne gerekiyorsa yapıldı. Enflasyonu azdırma ve TL’yi değersizleştirme pahasına TCMB faizleri indirilirken, geniş kitlelerin borçlanma faizleri de indirilmiş oluyordu. Enflasyon alıp başını giderken, referans faizler aylık yüzde 0,81’de, kredi kartından nakit çekim faizleri yüzde 1,36’da tutulabiliyordu. Şimdi ise bu oranlar sırasıyla yüzde 2,71 ve 4,02 oranlarına geldi. İzleyen faiz artışları bunları tekrar zıplatacak (Değerli meslektaşım Hayri Kozanoğlu buna 24.09.2023 tarihli BirGün’de "Kart Borçları Sinyal Veriyor" yazısında genişçe yer verdi). Seçimler öncesinde enflasyonun bu kadar altında borçlanma olanakları sağlanınca, geniş kitlelere borçlanarak tüketim düzeylerini koruma veya yükseltme olanağı da sunulmuş oluyordu. Bu kredi genişlemesi, "yatırım-istihdam" etkileri olacağı hesaplanan ticari kredileri de ilgilendiriyordu. Bütün bunlar aynı zamanda sorunların biriktirilmesi anlamındaydı: KKM ve enflasyonun patlaması, kur artışlarını frenlemek üzere TCMB net rezervlerinin negatife düşürülmesi, gelir dağılımının 2022 sonuna kadar hızla bozulması bunlardan öne çıkan başlıklardı.  

Şimdi yeni ekonomi yönetimi, IMF tarzı ortodoks politikalar ezberini izleyerek faturayı geniş kitlelere kesmeye başladı bile. Oysa seçimler öncesinde satın alma güçlerini düşük faizli borçlanma üzerinden takviye edenler, faiz fırsatçılığı yapan orta-üst ve üst gelirlilerden ziyade, gelirlerindeki aşınmayı ancak borçlanmayla telafi edebilen orta ve alt gelirlilerden oluşmaktaydı. Şimdi asıl cezalandırılanlar da onlar olmakta. Bu arada EKK’nin 28 Eylül toplantısında görüşülen "Yatırım taahhütlü avans kredileri", yatırımcıya (büyük sermayeye) düşük faizli selektif krediler uygulamasının süreceğini göstermekte.  

TEYAKKUZDA OLUNMALI 

Ekonomi yönetimi enflasyonun sebepleri arasında baş sıraya talep artışını koyuyor. Bunun da tüketici kredileri ve kredi kartları nakit çekimlerinin enflasyonun çok üzerinde artmasından, ücret artışlarının enflasyona endekslenmesinden, kamunun yönlendirdiği ürün fiyatlarındaki artışların geciktirilmesinden, döviz kurunun aşırı baskılanmasından kaynaklandığını düşünüyor. Bütün gelir artışlarını sınırlayacak bir "gelirler politikası" öngörüyor (OVP, s. 21). Tam cepheden emek karşıtı olan bu politikalar, sermayenin sınıfsal saldırısı olarak kodlanabilir. 

İktidarın kavram setinde, 2016 sonrasında gelir/servet bölüşümünün sermaye lehine aşırı bükülmesinin, TÜİK’in bile açıklamak durumunda kaldığı 2022 yılındaki kâr patlamasının, çeşitli sermaye gelirlerinin durmaksızın şişmesinin bahsi geçmeyecektir. Bu, sermaye düzeninin ve AKP tarzı bir iktidarın icabıdır. Fakat emekçi kesimlere yeni bedeller ödettirilmesi için ideolojik çerçevenin sürekli perçinlenmesi gerekiyor: “Aynı gemideyiz, ekonomi batarsa hepimiz batarız; Allah kullarını imtihan ediyor; şimdi sabır, feragat ve fedakârlık zamanıdır”... Tutar mı? Şimdiye kadar tuttu ama gene de bir garantisi yok. O yüzden devlet şiddeti teyakkuzda olacaktır. 

Asıl teyakkuzda olması gerekenler ise örgütlü emekçi sınıflar değil midir? Talebi kısmak için işe emek ve emekli gelirlerini tırpanlamaktan başlayanlara verilecek yanıtlar var: Nüfusun en düşük gelirli yüzde 20’lik dilimi milli gelirin (GSYH) sadece yüzde 6’sını alabiliyor. İzleyen yüzde 20’lik dilimdekilerin payı da sadece yüzde 10,8. Üçüncü dilimi dahi katsak, nüfusun yüzde 60’ı milli gelirin yalnızca yüzde 31,5’ini alabiliyor. Bunların talebini kısarak mı enflasyon üzerindeki sözümona talep baskısını kıracaksınız? Milli gelirin geriye kalan büyük bölümünü alanlara ne olacak? Hatta en üstteki yüzde 20 milli gelirin yüzde 48’ine el koyarken bu kesimin gelirlerini/taleplerini kısmaya dönük politikalarınız nerede? Unutmayalım ki Türkiye’de sermaye gelirlerinin (kâr, faiz, rant gelirleri) GSYH içindeki payı 2022 sonu itibariyle yüzde 54’ün üzerindeyken ücret gelirlerinin payı yüzde 26 düzeyindedir. Peki GSYH’nın yarısından fazlasına el koyan bu kesimlerin talebi kısılmadan veya daha doğrusu geçmiş dönem zenginleşmelerinin diyeti bu kesimlere ödetilmeden talebin denetim altına alınması mümkün müdür? 

Üstelik şimdi bir de "kıdem tazminatını" fona dönüştürerek sermayeye ve kamu borçlanmasına yeni olanaklar yaratılması peşine düşülmekte. KKM ile yüksek tasarruf sahiplerine yapılan gelir aktarımlarının yol açtığı kamu açıklarının ceremesi, adeta kıdem tazminatı fonuyla işçilere çektirilmek istenmekte. Tüm bunlara direnmek ve hesabını sormak da örgütlü emekçi kesimlere düşecektir. 

MTV: EMEKÇİLERE YÜKLENEN BİR SERVET VERGİSİ 

Anayasa Mahkemesi’nin anayasaya aykırı olarak onadığı Ek MTV uygulaması bile toplumun orta gelir seviyelerindeki kesimlerini daha çok hedeflemektedir. Ancak bu "orta gelirler" artık bir hayli alt düzeylerde oluşmaktadır; asgari ücret ile ortalama ücret düzeylerinin birbirine yakınsaması bunun işaretlerindendir.  

MTV, tıpkı Emlak Vergisi gibi bir mülkiyet vergisidir; mülkiyete bağlı olarak ve mülkiyet elde bulundurulduğu sürece ödenir. Bunlar olağan (nominal) yıllık servet vergileridir. Peki gelir ve servet dağılımın bunca bozulduğu bir dönemde emekten yana ve güçlü bir sınıfsal desteğe sahip bir iktidarın vergi politikası ne yöne giderdi? Nominal değil gerçek bir servet vergisi uygulardı. Hem bir kerelik güçlü bir dozda hem de yıllara sari olarak. Gelir Vergisi’nin ücret gelirlerinden ziyade sermaye gelirlerini vergilendirmesi de Türkiye koşullarında devrimci bir dönüşüm olurdu. Sermayeyi kayıran vergi ayrıcalıklarının kaldırılması bir diğer başlık olurdu. Bütün bunlar sonucunda tüketim vergilerini köklü olarak daraltmanın koşulları da oluşurdu. Bu radikallikte bir dönüşümün kapitalist devletin hâkim olduğu koşullarda –üstelik Türkiye’de– uygulanmasının önünde siyasi/sınıfsal setler vardır. Ama emekçi sınıflar mücadele çıtasını daha aşağıdan başlatamazlar.  

SONUÇ 

AKP, ekonomiyi batırmak pahasına seçimleri almak hedefindeydi. İkisini de becerdi; hem ekonomiyi batırdı (batışın kesin belirtilerini seçim sonrasına taşımayı da başararak) hem seçimleri aldı. Şimdi seçimleri kendisine kazandıran düşük gelirli kesimlere "pamuk eller cebe" demekte. Müstahaktır diyemeyiz; çünkü hem ekonomik faturayı bizler de ödeyeceğiz hem de iktidarın ikiyüzlülüğünü açığa çıkarmak ve emeğin örgütlü mücadelesine omuz vermek birinci önceliğimiz olmalıdır. Aksi durum, faşizmi tüm karanlığıyla kabullenmek anlamına gelir.