TMMOB’ye bağlı Gıda, Kimya ve Ziraat Mühendisleri Odaları 16 Ekim Dünya Gıda Günü'nde bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada yer alan verilere göre Türkiye’de vatandaşların yüzde 22'si yeterli gıdaya ulaşamıyor, yüzde 8,5'u ise açlık sınırında yaşıyor. Basın açıklamasında buna sebep olan koşullar arasında gıda krizi, iklim krizi, doğal kaynakların kirlenmesi ve gaspı, endüstriyel tarım uygulamaları gibi politikalara dikkat çektiler.

Aynı günlerde MHP’nin askıda ekmek kampanyası gündeme geldi. Askıya türlü ihtiyaçlar bırakmak vatandaşlar arası bir dayanışma biçimi olarak kullanılan bir yöntem. Elbette, MHP ile vatandaşın uygulamaları arasında temel bir fark var. Vatandaş usulü askıda ihtiyaç, veren ile alanın birbiriyle dayanışmasına dayanıyor. MHP örneğinde ise verenin, alanı muhtaç kılan politikaların muhatabı hükümet ortağına ait olması sorun oluşturuyor.

Bizde, hükümete göre ekonomi iyiye gidiyor, ülke zenginleşiyor. Ancak türlü veri ve göstergeler aksine işaret ediyor. Örneğin, DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) tarafından yapılan hesaplama da gösteriyor ki AKP hükümetinin iktidara geldiği 17 yılda açlık sınırı 5.3 kat artmış. Askıda ekmek kampanyası da açlık sınırındaki artışa yönelik bir çözümün gündemde olmadığının itirafı olarak karşımıza çıkıyor. O nedenle uygulamaya karşı çıkan vatandaşlar, insanca yaşama hakkına yönelik politikaların güçlendirilmesi yerine sadakacı kültürün benimsenmesine itiraz etti.

“Kuru ekmeği sofraya koymak bile artık mesele” diyor Faik Öztrak da MHP'nin askıda ekmek uygulamasına dair açıklamasında. Kuru ekmeği sofraya koymanın mesele olmasını irdelemek gerekiyor. Bunun için, örneğin üretimin/gıda üretiminin organizasyonuna ilişkin sorunlara da dikkat çekmek önemli görünüyor. Nitekim gıda krizi, kıtlık, açlık gibi durumlar hükümetlerin üretime yönelik politikalarıyla derinleşiyor.

Aslında aylar öncesinde, nisan ayında, pandeminin gıda sistemi üzerindeki etkilerinin yeni görünmeye başladığı sıralarda gıdaya erişim, açlık, kıtlık gibi sorunların pandemi ile derinleşeceğini; bu sorunların kaynağı olan tarımda dışa bağımlılığa ve şirket egemenliğine dikkat çekmiştik. Bunların sonucu olarak fiyat artışı gibi sorunlar yaşanacağı konusunda uzman uyarılarını vurgulayarak tarımsal üretimin öncelikli olarak planlanması gerektiğini ifade etmiştik.

Beklenildiği gibi hükümet bu uyarı ve önerilere kulak asmamayı tercih etti. Gıda-tarım politikalarını ithalatçı bir yaklaşımla, şirketleri güçlendirecek biçimde şekillendirmeyi sürdürdü. Son olarak, askıda ekmek uygulamasını takip eden gün Cumhurbaşkanı imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan kararla buğday, arpa ve mısır ithalatında gümrük vergisi 31 Aralık 2020’ye kadar sıfırlandı. Böylece çiftçiyi üretimden uzaklaştıracak, gıdayı spekülasyona açık hale getirecek bir karara daha imza atılmış oldu.

Konuyla ilgili İleri habere yaptığı değerlendirmede Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) Genel Başkanı Ali Bülent Erdem şöyle diyor: “Gümrük vergisi oranlarını düşürmek veya sıfırlamakla son tahlilde üretim değil ithalat teşvik edilmektedir. Böylelikle ülkemize tarım ürünleri satan çokuluslu tarım tekelleri ve yerli ithalat lobileri desteklenmektedir.”

Erdem’in sözlerinden şunu anlayabiliriz: Vatandaşın kuru ekmeği sofraya koyması mesele olmaya devam edecek. Hükümet açlık, kıtlık gibi risklere karşı halkı korumayı veya eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı değil; piyasayı ve tekelleri koruyarak eşitsizliği derinleştirmeyi sürdürecek. Bunu yaparken de sadakacı yaklaşımla halkı oyalamaya yeltenecek.

Fakat tabi açlık ve yoksulluk sadaka ile değil toplumsal, ekonomik eşitsizliklerin azaltılmasıyla aşılabilir. Hükümet ve benimsediği tarım politikası, dolayısıyla da gıda sistemi değişmediği sürece de bu sorunların aşılması, eşitsizliğin azaltılması mümkün görünmüyor.