Ev Alfabesi-2

Guguklu Saat: Bizde yoktu, çünkü zaten çok çocuktuk! 6 çocuk, saate ne gerek var, hele guguklusuna, içinden kuş çıkanına! Nedense anavatanı Almanya’ymış gibi gelir bana, öyle bir his! Alman ev düzeninin mütemmim cüzü gibi. Hin kuşu diye bir kuş var mı bilmiyorum ama guguk kuşunda sanki bir ‘hin’lik var! Saat başı mı çıkıyordu yoksa nasıl ayarlanıyorsa öyle mi, fakat her seferinde, hatta çıkmaması gereken saatlerde bile çıkıp ‘gözüm üzerinizde, benden hiçbir şey kaçmaz, ona göre!’ diyecekmiş gibi geliyor. Bana mı öyle geliyor acaba? Klasik Alman evleri olur ya, Bohemya tarzı mı, tıklım tıkış, hep sıcak kokuludur, sanki pencereleri yoktur, perdeleri de güzellikleri görülsün diye açılmaz, bir tür masal evi. Eh işte en güzel guguklu saatler de orada olur. Öyle bir evde yaşamak istediğimden değil, istemem tabii, öyle evler yaşamalık değildir, olsa olsa yazmalıktır, bakmalıktır, sonra kapısını çekip çıkmalıktır! Fakat o guguklu saatleri oralardan kurtarmak, azad etmek, ‘azad buzad’ demek isterim! Şimdiye dek çok saat azad ettim, özgürleştirdiğim çok zaman olmuştur, hatta küçük bir kuş bile, Kuzguncuk’ta arkadaki koruya doğru evden uçup gitmiştir ama guguklu saat başka. Hiç olmadı ki azad edeyim. Biri bana şiir verse de onu azad etsem! İyi de marifet olanı değil, olmayanı azad etmek değil midir zaten? Öyleyse ettim, gitti! Azad buzad azad buzad! (G: Gaz Lambası-Gözlük-Gözyaşı- Gazete-Gece-Gündüz)

Ğ: (Eşya): Yumuşak G’de eşyayı yazmak. Biraz ‘lapsus’ gibi oldu, ‘sürçme’ yani. Eşya hep serttir, köşelidir, kunttur, ağırdır, hantaldır, ortadan hallicedir, iridir, büyüktür. Bir ev nasıl bunca eşyayı taşır bilinmez. Hem evin bilmediğini de kimse bilmez, bilemez. Ev çünkü merkez istasyonudur. Bütün yollar eve çıkar! Hane halkı tilkiyse, ev de kürkçü dükkanıdır. Eşya eve sığabilir ama ben ev alfabesine sığdıramam. Korkarım da. Eşyayı şimdi yumuşatmak, eve değilse de gönlümüze sokmak için yeni tanımlar, adlar uyduruyoruz: Dekor, dekoratif malzeme diyoruz, süs diyoruz, anı, parça, ‘handmade’ diyoruz, tamamlayıcı, ayrılmaz, destek, biblo… Eşya denizi. Niye çünkü orada yüzüyoruz ve orada boğulacağız. Bazen sel baskınına uğramış bodrum katlarının haberlerine rastlarım. Evin aslında bir eşya denizi olması o görüntülerin esinlediği bir şey. Hatta okyanus. Çünkü kıyı görünmüyor. Eskiden eşyalar da insanlarla bir yaşlanırdı, yoksa eşya mı yaşlandırırdı insanları? Şimdi insan ömrü uzadı, eşyanın ömrü kısaldı, yaşlanmadan çıkıyor eşyalar evden, yerine yenileri, hazırları geliyor. Eşyaya kıymet veren bir şiir kaldı, eşyanın kıymetini bilen başka bir şey kalmadı. “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner” duygusu çoktur yok, çünkü “her şey yerli yerinde” değil artık. Eşya da eskisi gibi değil zaten! Eşya ağırlığını bile kazanamadan değiştiriliyor, atılıyor, satılıyor, eh hal böyle olunca, hatırasız eşyanın da kıymeti olmuyor haliyle! (Ğ: İğne-İğ-Ağ)

Halı: İşte bunu duvardan duvara yazarım! Yani neredeyse her duvarda olsa şahane olurdu! Halı dediğim duvar halısı. Orda burda şurda yazmışımdır. Çocukluğumuzda böyle hem ucuz, hem gösterişli, tabii hem de renkli, resimli şeyler Suriye’den gelirdi. Tam, bu dediğim Ece Ayhan’ın şiirinden de önceydi diyecektim… ki birden vazgeçtim, Ece’nin şiiriyle belki yaşıtızdır, belki benden birkaç yaş büyüktür, fakat Suriye’den geldiğine adım gibi değilse de Ali gibi eminim! Bu cümle de pek fiyakalı ve manalı mı oldu ne? Ali Dedem getirirdi Halep’ten, Şam’dan, o güzelim beldelerden, eski diyardan, şimdi virandan! Örtüler, şallar, kumaşlar, sürmeler, allıklar, rastıklar, son üçünü bildiğimden değil, Suriye deyince aklıma geldiğinden! Niye? Halep’te sürmeli bakardı kadınlar, gördüm… Bir halı yazısı da yazdım evvelden. Böyle yazılarım da vardır, asıl tuhaf olan onlardır, biri halı üstüne, bir, Mimar Vedad Tek üstüne, birkaç yazı daha var. Halı başka. Bazı evlerde Kâbe resmi işlenmiş duvar halıları, bazılarında kahveci güzeli, suya eğilmiş ceylanlar (ki İlhan Berk’e göre onlar gerçekte şiire eğilmişlerdir, hayır onları gören çocuklar suya tutulup şiire dönmüşlerdir). Kerbela Vak’ası, İmam Hüseyin’in ve çoluk çocuk, kadın erkek Ehlibeyt’ten 72 canın susuzlukla şehit edilmesi ve 12 İmam, ortasında da tabii aslan; Allah’ın Aslanı. Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli, kucağında ceylanı. Bazı duvarlara da onlar yakışırdı, hem de çok. (H: Hane-Horanta-Hayat)

Issız: “Bir başına kalmış ev gibiyim gibiysem” de demiş bulundum, “Üzgünüm, bayrak asılmış evler gibiyim” de. İdlib’den 34 şehit askerin cenazeleri, sıvasız, çatısız, perdesiz, ıssız, yoksul evlerine geri döndüğü zaman. “Mızıka çalındı düğün mü sandın/Al yeşil giyinmiş gelin mi sandın/Yemen’e gideni gelir mi sandın/Dön gel ağam dön gel dayanamiram/uyku gaflet basmış uyanamiram/ağam öldüğüne oyyy inanamiram!” Sümeyra söylerdi, sesine yuva yapmış gamla. Siyah, koyu, birazdan kırılıp dökülecek gibi yorgun ve ne söylese, kime seslense ‘deva bulmaz’ ama insanı da kendine salmaz, bırakmaz, hep gidenlere, yitenlere akraba kılan yakınlığıyla, beklenenlere, hiç dönmeyeceği bilinenlere gözyaşı yerine akan sesiyle hicran kuyusu bir sesin kadını, Sümeyra. Arif Damar’ın en sevdiğim şiiri, “Gitme Kal”daki “Ne çok severdik seni aklına getir” dizesinin ilk akla getirdiği sevdiklerimizden hâlâ: “Nice nice acıları aklına getir” isteğinden yorulsak da, aklımıza bundan önce bir şey gelmeyeceğini iyi bildiğimiz için de gider gider, ıssızı yurt tutardık. Sonra sonra anladık kapıların duvardan farkı kalmadığını, yalnızın gezdiğini, ıssızın güneşinin erken battığını, hanesine ay doğmayacağını, karanlık dolacağını… (I: Ihlamur)

İmge: Ev bir imge mi? Kıskanç bir şairin imgesi. Şairler, çoğun kıskançtır. Açıktan, kapalıdan, locadan, loncadan, içinden, bakışından, duruşundan filan belli olur bu. Mebzul miktarda da örnekleri vardır Batıda, Doğuda ve memlekette. Şairlerin bunca ev düşkünlüğü, acaba şiiri ve dolayısıyla imgeyi de başkasına kaptırmamaktan geliyor olabilir mi? Şairle ev, yapışık ikizler gibidir bazen. Necatigil gibi derviş şairler, kendilerini bu ikizlik durumundan kurtarmaya çalışırken, “evlerle savaş/savaşların çetini” diye dert yanarken, bazıları da bütün şiirler eve çıkar ve imge de buradan çıkar diye düşünüp, ‘ev hastalığı’na yakalanırlar. Kim kimin imgesidir bilinmez olur bir zaman sonra, tıpkı aşkın mı ayrılığın yoksa ayrılığın mı aşkın imgesi olduğunun bilinemeyişi gibi, ev mi şiirin, şiir mi evin imgesidir bilemeyiz, Necatigil de olmadığı için kimseye de soramayız! Vah! (İ: İbadet-İş)

Karanlık: “Bana içinde ev geçen bir cümle yaz dedi, öğretmen. -Ev karadır.” Farsçanın şiire mi, şiirin insanlara mı, her neyse, armağan ettiği, kendisi de gençliğini ölüme armağan eden Füruğ Ferruhzad’ın çektiği kısa belgesel film, Ev Karadır. 2020 Nisan ayının sonunda, 2 aydır dünyayı eve kapatan, yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan Covid-19 virüsünün tehdidiyle yaşamaya ve yazmaya çalışırken, hatırladım bu filmi. O da ‘kara veba’ diye de bilinen cüzzam salgını üstüne bir belgesel çünkü. Filmde kendi sesinden duyarız şu şiiri, yakarı gibi: “İçimizde hiç kimse bilmiyor, ne kadar vaktim kaldığını. Hasat zamanı geçti, yaz artık bitmek üzere ve bir kurtuluş bulamadık. Güvercinler gibi bağrışıyoruz adalet için. Ama kimse duymuyor bizi. Ve karanlıkta ışığı bekliyoruz. Ey sen, sevginin gücüyle taşan nehir, bize doğru gel, bize doğru gel…” (K: Kasvet-Kardeş-Kutsal-Kız-Komşu-Kutu-Kumaş-Kağıt-Kilit-Kahve-Köşe-Kafes-Kerevit-Kalem)

Labirent: Sami Baydar’ın dizesini “Tuzak” maddesinde okuyacaksınız, buraya yazmayayım. Çok yazdım her yere. “Evlerinin içi uzun macera” dizesini de o dizeden sonra andım. Fakat unuttum kimindi, sanırım benim dizem ve yine sanırım Sami’nin o dizesini okuyunca yazdım, belki de daha önce. Fakat önce de yazmış olsam, Sami’nin dizesinden sonra ve ondan çok etkilenmiş olarak yazdığımı düşüneceğim hep, öyle kabul edeceğim. Zira ‘macera’daki iyimserlik, ‘sergüzeşt’ der gibi sevinmek onda yok. Ne var? Evlerin zamanla, en küçüğünden büyüğüne, kapılarını gotik ruhlara açarak, kendilerini bize ve bizi kendimize kapatma halleri var: Kapalıyız! Kendimizi buluncaya dek hem de. Kendimizi bulur muyuz, bulduğumuz kişi, kendimiz mi oluruz, şüpheli. Evin her sabah kapıyı gösterdiğine bakmayın, her şey o kadar kolay değil, bir de o kapıdan içeri yeniden girebilmenin telaşı, kaygısı, acabası var. Cemal Safi’nin ünlü “içim ürperiyor ya evde yoksan?” dizesini hatırlatır biçimde, ev her akşam, her dönüşte hatırımızı soruyor, hatırlatıyor ve dizenin ucunu, “içim ürperiyor ya evde yoksam?” diyerek kendimize çeviriyoruz… Peki, labirent bu cümlelerin neresinde? Bilmiyorum. Bildiğim ev labirentin içinde, biz evin içinde… Lambada titreyen alev gibiyiz ezcümle! (L: Lamba)

Misafir Odası: Evdeki mezarlık. Nerdeyse mezar kadar soğuk bir duygu verir. Üstüne ölü toprağı serpilmiştir, bir kez açılır bir kez de kapatılır… Bir daha da yeni misafire kadar! Orta sınıf evlerin şanı, şahikasıdır misafir odası. Ev bir yana, misafir odası bir yana. “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen”, yani “kendine güzelce bak, zira alemin özü sensin” dediği gibi Şeyh Galip’in, misafir odasına da hoşça bakılır, zira o da evin özüdür! Dahi tözüdür! Özü tözü koruna, bir tek tozu alına! Sonra da kapısı çekilip soğumaya bırakıla! Aslında… diye cümleye başlarsan, biraz önce söylediklerinden yandan çarklı gibi tornistan etmeye başlayacaksındır! Aslında, misafir odası, güzel bir duygudur arkadaşlar. Kendi haline bırakılmış, etliye sütlüye karışmayan, evde bir bakıma özerkliğini ilan etmiş tek yerdir. Her evin lüksüdür, “business class”ıdır, medar-ı iftiharıdır. Şimdi çikolata, likör, paketi açılmış, içinden iki dal çıkarılmış uzun kırmızı paketli Amerikan sigarası nostaljisi yapmaya gerek yok, eh zaten şimdiki evlerin çoğunda da zannımca misafir odası yok, varsa da bu dediğim türden müskirat ve dahi haram ya da mekruh şeyler yok! Dedim ki misafir odası, aslında Orhan Gencebay’ın 1975’te yazdığı “Gönül” şarkısındaki gibi bir ara istasyon, ara durak bile sayılabilir, kim bilir belki de soğukluğu bundandır: “Hepimiz bir misafiriz/zaman gelince göçeriz!” (M: Mukaddes-Malmülk-Mesut-Mutfak-Mutluluk-Mekanın Poetikası-Makas-Mum-Muska)

O EV
Hava kararınca başlardı içimde ürkek bir sızı
Gözden düşerdi gün, sıyrılıp kaçardı elimden pırıltı,
Örgülerini çözerdi bulutlara yaslı pencereler,
Kaç göz olurdu korku, iki paska arası?
Bilmezdim her gece, nerede
Çırılçıplak saklanacak yıldızlar?

Geçmiş kışların ölüsü, nefessiz kalmış korkum
O yaşlı köy evi, yanından koşarak geçen çocukluğum.

Paska: Serander, kiler. Karadeniz Bölgesi’nde, evlerin dışında odundan direkler üzerine kurulan, kışlık erzağın depolandığı ahşap köhne yapı. Yerden bir insan boyu yüksek olan paskaya, dışarıdan dayanan ahşap merdivenle çıkılır.

Ayşe Şafak Kanca