Google Play Store
App Store
Ev Alfabesi-3

Necdet Kartonpiyer: Nejdet mi Necdet mi ve Nejla mı Necla mı tartışmasına girmeyeceğim. İlkinin Osmanlıca, ikincisinin Arapça olduğu rivayet ediliyor. Güçlü, korkusuz demekmiş. Fakat Kartonpiyerin böyle yazıldığından eminim. Hatta o kadar ki, şöyle düşündüğümü hatırlıyorum. Bunlar iki kardeş, Levanten, kökleri Osmanlı İmparatorluğu’na dayanıyor, kim bilir belki de 1453’e, İstanbul’un Türkler tarafından alındığı yıllara. O zaman Bizanslılara yardım için Ceneviz tekneleriyle gelip, esir düşen, sonra da canları bağışlanan denizci askerlere… “Amma yazdın ha” demezseniz devam edeceğim! Galata’ya yerleşmiş olabilirler önce, sonra yüzyıllar geçmiş artık buralı olmuşlar, azınlık ya da eski deyimle ekalliyet değil, Levanten denmiş, levent sözcüğüyle ses benzerliği olduğundan belki de. Bu, gerçeğin ironiden daha ironik oluşunun, kanlı canlı, bizzat ‘şahsım’ tarafından yaşanmış olan komik mi komik örneğinden daha önce de söz ettim, ama nerede olduğunu unuttum. Madem ev alfabesi yazıyorum, madem karantinadayız, bir daha yazayım da, belki komiğinize gider diye düşündüm. Efendim, Eskişehir’den İstanbul’a reklam yazarlığı yapmak üzere geldiğim 1983 yılında Bakırköy’de bir ilkokulun bahçesinde oturmakta idim. Bir yanı ilkokul bahçesi bir yanı pazar yeri.

Yani çölde bir vaha bir nev’i. Park, şenlik, bayram, tabiat, öyle değil mi? Çocuk sesleri, gülüşleri, sebzelerin meyvelerin harika renkleri, görünüşleri, kokuları, tatları. Eh Bakırköy de o zamanlar daha İstanbul idi. Bizim gibi taşralıların işgaline uğramadan, yani İstanbul, İnsanbul olmadan (Nasıl eleştiri ama! Taşı gediğine koymak diye buna derim!), orta sınıf İstanbul insanını Bakırköy temsil ederdi. Laik, çoğu CHP’li, birazı AP’li, Ermeni ve Rum yurttaşların da oturduğu büyük, güzel, denizi, sahili, hasır sandalyesi, yazlık sineması, ayçiçeği, kabak çekirdeği, gazozu, birası, banliyö istasyonu olan, ufku da açık, asude bir semtimiz idi: “Ne güzel semtimizdin sen ey Bakırköy” idi. Neyse. Ajans Ada reklam şirketinde çalışıyordum metin yazarı olarak. Nişantaşı’nda, tam taşın olduğu yerde. Zamanının ve reklam sektörünün önde gelen ajanslarındandı. Bakırköy’den steyşın dolmuşa biniyor, iki büklüm bir biçimde, herhalde 1 saatte filan Nişantaşı’na gidiyordum her sabah. İncirli Caddesi’nden geçerken, alınlığında Necdet Kartonpiyer yazılı dükkânı görüyor, yukarda anlattığım şeyleri düşünüyor, hikâyeyi yazıyordum bir bakıma! 2 yıl filan oturdum Bakırköy’de. Aşağı yukarı her işgünü dolmuşla Necdet Kartonpiyer’in önünden geçiyor, Attila İlhan’ın deyişiyle “adını mıh gibi aklımda tutuyor”dum. Netekim… İlk evliliğimde, Şule’nin annesi, kayınvalidem Sevim Hanım’ın bir gün kartonpiyerden söz etmesi dikkatimi çekti. Evleri Kızıltoprak’taydı, onlara gidip gelirken de yanlış anımsamıyorsam alınlığında Orhan Kartonpiyer yazılı bir dükkân görmüş ve Kartonpiyer ailesinin, daha doğrusu sülalesinin hayli yaygın, eski, sürekli filan bir büyük aile olduğunu düşünmüştüm. Daha çok Karadeniz ailelerinde rastlanır bu, Eyüboğlu, Nuhoğlu, Kürtlerde Fırat ailesi vb. Necdet ile Orhan da kardeş olmalılar diye düşünmüştüm, ne yalan söyleyeyim hala da öyle düşünürüm! İyi ve neşeli bir insandır Sevim Hanım, umarım sağlığı, keyfi yerindedir. Dedim herhalde bu Kartonpiyer ailesi kayınvalidenin dostları, onları da nikâha çağıracaklar. Bakın K’sını hala büyük harfle yazıyorum, öyle ya 1453’ten kalma bir Cenevizli aile, hürmet etmek lazım! Ben tabii nikâh töreninde acaba Kartonpiyer ailesi hangisi diye merak içindeyken… Tabii böyle bir şey olmadı. Evlendikten sonra Sevim Hanım’ın “Ee hala düşünmüyor musunuz Kartonpiyer yaptırmayı?” diye sormasıyla hayli şaşkınlığa uğradımsa da, bozuntuya vermedim, devreye girmedim. Sonra anladım tabii Kartonpiyer’in kaç bucak olduğunu! Zaten biliyorsunuzdur, uzun uzun anlatmaya gerek yok, ama benim gibi taşradan İstanbul’a yeni gelmiş ve evlenecek olan gençlere, kısaca yeni başlayanlar için kartonpiyer diyerek, şimdi sosyal medyada moda olduğu üzere şuraya bir adet Kartonpiyer tanımı ‘bırakayım’, sonra da hızla uzaklaşayım olay mahallinden! “Kartonpiyer, paçavra lifleri ve kâğıt parçalarının tebeşir, alçı ve tutkalla karıştırılmasından elde edilen ve çoğunlukla duvar ve tavan ara kesitleriyle tavan göbeklerinde süsleme amacıyla dekorasyon işlerinde kullanılan sertleştirilmiş mukavva.” Aslında benim düşüncem de buna yakındı. Karton, yani kâğıt, piyerse iskele, rıhtım demek. Öyleyse bu Cenevizliler de, yenildikleri için, kâğıttan iskele anlamında, dayanıksız, yenik bir soyadı almış olabilirler ki bu da gayet soylu bir davranış, hatta şövalye tavrı bile sayılır. Mektubuma burada son verirken, Necdet, Orhan ve bilcümle kartonpiyer ustalarına selam eder, her ne kadar sürç-i lisan ettiysek af dilerim… Bu arada kartonpiyer de yaptırmadık sanıyorum, çünkü evlilik kartonpiyer yaptıracak kadar sürmedi! (N: Nine-Nazarlık)

Oda: “Evin içi odalarla doludur” demek de, elbette Sami Baydar’ın “Evin içi tuzaklarla doludur” hakikatinden mülhem ama onun kıyısından geçemez bir söyleyiştir. Bazen odalara sığmayız, odalar dar gelir. Bazen Necatigil’e bakarak, Hilmi Yavuz gibi ‘odası dünyadan büyük’ denir. “Şimdi her oda bir ayrılık, çocuklar kapalı kutu/bahçeler dağınık” olur. Odalar buluşturur, odalar ayırır. Bazen sığınak, bazen mağara. İnsanın içinde de ev kurulmaz belki ama odalar olur, kalp odası, gurbet odası, merhamet odası, hatıra odası, çocukluk odası. İnsan haritasında oda, “bir ovanın dümdüz oluşu gibi bir şey” olarak durur. Odalar şiire de açılır ama en çok resim olarak durur. Bazen evin dalgınlığına gelir, odanın biri unutulur. Tanrım işte en güzel oda da odur: Unutulmuş oda. Sonsuza dek unutulsa da olur, hatta şahane olur, daha da ötesi, unutulsun, hiç bulunmasın, lütfen n’olur! Nedense Jules Verne’in yazıp da yitirdiği bir romanı gibidir, herkes bilir ama yoktur, gören olmamıştır, okuyan da. Her eve öyle bir oda gerekir. Evin de bilmediği, aramadığı, arasa da bulamayacağı bir oda. Eve de yalnız balkon, avlu, teras, veranda, bahçe değil ya, bazen de bir kayıp oda yakışır. Ve o kayıp odalarda ya da unutulmuş odalarda büyüyen, daha doğrusu büyüyemeyen çocukların da, hiç unutmama, hep hatırlama odası olur. Özellikle de arka odalarda uzayan çocukların. (O: Oyun)

Ölüm: “Ölüm ölüm hezen ölüm/evden eve gezen ölüm/her düzeni bozan ölüm”. (Ö: Öğle)

Pabuç: Evde çıkarılır. Evden onunla çıkılır. Sonunda da evden çıkarılır. Seni evden son kez çıkardıkları gün, ne tuhaf, sevdiğin, sevmediğin her şey ardında kalır, sadece sana bir ömür yoldaşlık eden pabuçlar ayağından çıkarılır, kapının önüne, burnu dışarıyı gösterir biçimde konur, o seninle vedalaşır, senden sonra da onunla vedalaşılır. Onlar mı demek gerekirdi? Bir çift pabuç ya. Belki de onlar demeli. Peki, evden en son pabuçları mı çıkar gidenin? Ya paltosu? Pabuçlar durur öylece. Eve gelmiş de kimseyi bulamamış, fakat gideceği başka yer de yokmuş gibi durur öylece. Nihayet ya pabuçlara acıyan ya da pabuçların acıdığı biri onu yalnızlığından kurtarır. Gezmek, unutmak olmasa bile, rüzgârlanmaktır, esmektir, havalanmaktır, açılmaktır, ezcümle teselli bulmaktır diye alır gezdirir pabuçları. Paltoyu sormuştuk! Palto hemen çıkmaz evden, bir zaman unutulur, sonra hatırlanır, elden geçirilir, astarı yenilenir, düğmeleri tamamlanır, ağır ağır devam eder. Palto evdir, pabuç hayat. Hayat bazen evden çıkar, akşam döner, bir gün çıkar, geri gelmez, ölüm derler. (P: Pas-Plak-Pencere)

Resim: Sezai Karakoç’un “Köşe” şiiri en sevdiğim ve en çok okuduğum şiirler arasındadır. Hem gözle hem sesle, hem kendime hem başkasına, hem yere hem göğe. 5 bölümlü bir şiir. “Mona Rosa” da büyük bir şiirdir ama ben “Köşe”yi değişmem. Evin hallerini, halsizliğini onca derinliğine anlatan pek az ev şiiri vardır. Aynalar, hatıralar, resimler… Resimler, evin ziyaret yerleri gibidir. Resim asıldığında ölüm de girmiş demektir o eve, ayrılık da başlamış demektir. Ölümlü olmanın resmidir evde duvarlara, aynaların köşelerine, konsolların üstüne asılan, sehpalarda duran resimler, daha doğrusu fotoğraflar. Sanki o evde doğanlara, ömür sürenlere, göçüp gidenlere değil de, başkalarına, hiç tanımadıklara, tanrı misafirlerine, konuklara, geçerken uğrayanlara, arkadaşlara aitmiş, onların fotoğraflarıymış gibi olur zamanla. Ben de resimle fotoğrafı hep karıştıranlardanım, bile isteye mi bilmeden isteyerek mi bilemem. Ölünce hepimiz ‘tanıdık’ olmayacak mıyız hem kalanlara? Şimdi buradaydı, biraz önce gitti, biz de gideceğiz… diye diye artık birer tanıdık olur çıkarız birbirimize. Tanımış olmanın, tanışmış olmanın sevinci, iyiliğiyle. İyidir evlerin zamanla eski fotoğraflar sergisi, müzesi olması. İnsana tanışıklığın coşkusunu duyurur her daim. Hele onlar hep bize bakarken, aramızda olmaktan gizli bir erinç duyarken, hepimiz bir aradayken… Yahya Kemal’in “Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor/ Lakin vatandan ayrılışın ızdırabı zor” dizesindeki vatan, evdir belki de. O ıstırabı yaşayıp yaşatmamak için de bir evde eski fotoğraf şarttır. Hem Cemal Süreya da “Her kitapta resim şart” dememiş miydi? (R: Rakı-Radyo-Reçel-Reçete)

Sabah: “Sabah zordur/şiirden de zor”. İnsan böyle bir sözü durup düşünerek, oturup, kalemi kâğıdı eline alarak ya da bilgisayarın tuşlarına dokunarak yazmaz, bir anda, öylesine, içinden gelerek, geldiği gibi söyler. Günaydın, iyi sabahlar dermiş, herhangi bir şey söylermiş gibi: “Yapma yahu”, “Hay Allah”, “yazık olmuş” deyip, yeniden, ne yapıyorsa ona dönerek söyler, geçer… Geçer mi, geçmez! Bunu söylemese de bilir, sabah zordur! ‘Şiirden de zor’ diye eklemesi de şairden olsun, zaten pek önemli de değil, şiirden zor olur, öyküden kolay, ama sabah zordur! “Evin içi tuzaklarla doludur” dizesidir bana bu alfabeyi yazdıran. “Evlerde sabah zordur” dizesi de onun devamı olsun! ‘Sabah ola hayr ola!’ olsun tabii, ama ‘sabah ola kolay ola’, ‘sabah ola zor olmaya’ da olsun ki evlere de güneş dolsun, sözlere ışık vursun, yüzlere yaşamanın sevinci ve kalplere aşkın iyiliği yerleşsin. Erenler cemine girer gibi uyanalım sabaha, ‘nasibiniz bol ola’ denildiği gibi ‘sabahınız hoş ola’ denilsin hepimize. Hu Erenler! (S: Saksı-Sahne-Saat-Saadet-Saz-Sedir)

PİSİKOLOĞUMA
(Kıbrıs şivesiyle şiir)

Benim çocukluğuma bakacan?
Aha o zaman
Benimnan karpuz yeycen.
Hem da diliminan.
Öyle masada doğranmış değil,
Alacayık elimize dilimi
Oturcayık sekiciğe
Ağzımız yüzümüz karpuz olacak.
Gabığının beyazına gadar yeyceyik.
Dişimiznan sıyıracayık beyza gelinca.
Ha!
Bir da çekirdek yarıştıracayık.
Bakalım
Kim daha uzağa tükürecek çekirdeği?
CENK TANOVA