Eylül ayının son günleriydi. Adana’da sabah erken olmasına rağmen kavurucu bir sıcak vardı. Otuz altı yaşında gencecik bir adam otomobiline henüz binmişti. Üzerine ateş açıldı. Yirmi sekiz mermiden dördü başına isabet etti. Oracıkta can verdi.

Takvimler 28 Eylül 1979’u gösteriyordu. Öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’du. Böylece ülkede ilk defa bir emniyet müdürü terör saldırısında can veriyordu.

Cevat Yurdakul’un öldürüldüğü duyulur duyulmaz Adana sokakları karıştı. Halk, bir an önce tetikçinin bulunmasını istiyordu. Çığlıklar ve gözyaşları birbirinin içine geçti.

Çok değil bir kaç gün sonra Cumhuriyet gazetesinde Uğur Mumcu şunları yazıyordu: “Ankara Savcı Yardımcılarından Doğan Öz neden öldürülmüştür? Bu sorunun yanıtını Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararında buluyoruz. Doğan Öz’ün öldürülme nedeni sürdürdüğü bir soruşturmadır. Bu soruşturma Levent Özyörük adlı sol eğilimli bir öğrencinin öldürülmesi olayı ile ilgilidir. Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un öldürülmesinden sonra kendi kendime sordum: ‘Acaba Cevat Yurdakul, öldürülmeden önce önemli bazı soruşturmalar üzerinde miydi?’ Hiç şüphesiz öyleydi. Adana Emniyet Müdürü bölgesinde terörün kaynaklarına inmek üzereydi. Tam bu sırada öldürüldü. Öyleyse yapılacak ilk iş, Cevat Yurdakul’un elindeki bütün dosyaları tek tek incelemektir. Belki cinayetin ipuçları bu dosyalar içinde saklıdır, kim bilir?”

Uğur Mumcu’nun talebi hiçbir zaman gerçekleşmedi.

1989 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Camilo Jose Cela, “On Bir Futbol Öyküsü” kitabında olağanüstü bir mizah gücüyle futbolcu, antrenör ve taraftarların gizemli dünyalarını ele alırken büyülü gerçeklik dokusunu hiç kaybetmez. Kitaptaki epigraflardan biri hâlâ aklımda öylece durur: “Ölüm yaşlıları kapılarının önünde, gençleri ise sokakta avlar.”

Ülkemizin karanlık tarihi ile Latin Amerika’nın alacalı günleri üzerine yeniden tekrara düşüp koşutluk kurmak niyetinde değilim. Ama ölümün soğuk mevsimini baharında yaşayan gençleri yahut en kıvamlı çağlarında yüzü toprağa erken düşen aydın ölümlerini hatırlayınca Camilo Jose Cela beni kıskıvrak yakalayıveriyor.

Cevat Yurdakul öldürüleli tam 41 yıl oldu. Geriye iki evladı kaldı: Ali ve Ayçil. Her ikisi de babalarının eğitim için Fransa’ya gittiği sırada onlara yazdığı mektuplarla büyüdüler. Babalarının seslerini aradılar, yüzlerini aradılar o mektuplarda. Cevat Yurdakul’un eşi canım Ülker Teyze, gencecik yaşında iki evladını büyütmeye adadı kendini. Zor yıllar kovaladı birbirini.

Aydınlar ölür ama geride kalanların yaşamlarına pek bakılmaz. Kimse anlamak istemez; Sabahattin Ali öldürüldükten sonra uyuyamayan eşinin kızı Filiz’i de akşamdan sabaha ayakta durmaya zorladığını… Kimse bilmez, Ümit Kaftancıoğlu’nun çocuklarına bağlanması gereken maaşın esirgendiğini ve bu paraya kavuşmak için ailenin ne çilelerden geçtiğini… Kimse görmez, eşi öldürüldükten sonra iki yavrusuyla baş başa kalan Gül Erdost’un her hafta sonu kızlarından gizli İlhan Erdost’un sevdiği türküleri dinleyip ağladığını… Böylece büyük bir acının kapısını aralayanlar yalnızca mezarlık anmalarında yüreklerindeki acıyı sağaltmaya çabalar.

Ve yıllar yılları kovalar. Daha elimi bu ülkede pek çok meslek grubu; hekimler, hukukçular, sanatçılar can çekişirken bir zamanlar Pol-Der’li polislerin olduğunu hatırlarsınız.

Sonra yine bir roman, şiir yahut oyun düşer aklınıza. Shakespeare’in ünlü eseri Hamlet mesela. Orada konuşur Hamlet. En ağır sözcükleri yüzümüze haykırarak. “Bir esinti uğruna, şan olsun diye, mezara gidiyorlar yatağa gider gibi. Birkaç dönüm yer savaşıp alacakları, orduların kılıç oynatmasına elvermez, ölülerin gömülmesine yetmez bir avuç toprak.”

Bir bakmışsınız hiçbir şey sığmamış artık yeraltına!

Yer üstüne de!