“Kent sözcüğünün bir insan kalabalığını tanımlamadığını, üretimleri tecime dönüştürülen konutların çoğaltılmasıyla kentin oluşturulamayacağını ne yazık ki bu çağda anlatmak gerekiyor. Kentin arabalarla, taşınım alanlarıyla tıka basa doldurulmuş bir alan olmadığını sanırım bugün en iyi İstanbullular biliyor. Yayayı göz ardı eden; oturanlarını, yarattığı kamu alanlarında yeterince buluşturamayan, gökdelenlere konut tıkıştırıp insanların ayaklarını topraktan kesen, yalnızca para adına girişimler bizi elbette bunalıma düşürecektir. Çağdaşlaşmayı, çağın insanı olmayı olanaklı kılmayan, oturanların sayısıyla orantılı kültürel-sosyal donanımı olmayan hiçbir yerleşim kent olarak tanımlanamaz.”

Kentsel dönüşüm adı altında özellikle İstanbul’da yaratılan kültürel dönüşümün son “kazanımlarından” biri olarak Gezi Pastahanesi’nin kapanma haberi önüme düştüğünde Cengiz Bektaş’ın Kent Kültür ve Demokrasi notlarını anımsadım. Kamusal alan kullanımının hem geçmişin geleceğe aktarımı, bellek hem de bir arada yaşam, sosyalleşme, paylaşma anlamında kent kültürü için önemini kavraması olanaklı olmayanların kıyımından geçiyoruz. Bakalım gün geldiğinde geriye çocukluğumuzdan, hatıralarımızdan, geçmişimizden neler kalacak?

Dünya savaşının bombalarından kentin tarihi binalarını, meydanlarını koruma bilinci önemlidir. Çıktıkları savaşın yaralarını sararken, toplumsal iyileşme sürecinde kendi ayakları üzerinde güçlü adımlarla geleceklerini kurma yolunda çağdaş yöneticilerin yararlandıkları, saygıyla bağlandıkları hafıza anlamlıdır. Savaş olanca yırtıcılığıyla sürerken kiliselerin, opera-tiyatro binalarının, tarihi yapıların envanteri tutulmuş, vitrayları, rölyefleri, heykelleri sığınaklara taşınmış ve savaş sona erdiğinde kentin ana meydanlarından başlamak üzere aslına bağlı kalarak yeniden inşa süreci başlatılmıştır. Yıkılan binalar aynı yerlere aynı kimlik ve özellikleriyle yeniden yapılmış, cafeler, pastahaneler aynı yerlerde yeniden açılmıştır. Eğer böyle değilse Berlin örneğinde olduğu gibi yenilenme bir hafızayı silmek yerine selamlayarak ve mesaj vererek sağlanmıştır. Buna hep hayranlık duydum. Savaşa rağmen! Savaşa rağmen vurgusu önemli bence. Çünkü zorunluluk olmadığında da tarihsellik ve hafızayı koruyan kent kültürüne sahip çıkan bir anlayış fark yaran ve kalıcı olanı üretir. Bu anlayış sizi kendi yaşınızın çok üstünde mekânlarda o kentin yaşam döngüsüne tanıklık etmeye çağırır. Eskiyle tanıştırır, bugünle buluşturur.

Gezi İstanbul’un en eski mekânlarından değildi ama biliyor musunuz ne acıdır ki bize kalan en eski mekânlardandı. 1987’de açılmış demek ki; 1998 yılında Cumhuriyetin 75. yılında taksim meydanına kurulan dev sahnede Ali Taygun’un 300 sanatçıyla çok sesli, çok kültürlü Anadolu tarihini sahneye taşıdığı eşsiz Lirik Tarih gösterisine; 2007’de sanatçıların, sivil toplum ve meslek örgütlerinin AKM ve Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinin yıkılma kararını protesto için AKM önündeki buluşmasına; kutlanamayan 1 Mayıs’lara tanıklık etti. Yanı başında The Marmara oteli altında meydana bakan ve bir çok kez el ve çehre değiştirip kendisinden evvel pes eden güzelim kafede patlayan bombayla öldürülen Onat Kutlar’ın yaralı, Yasemin Cebenoyan’ın cansız bedenine hüzünle baktı. Gezi direnişine eşlik etti. Sanatçılara, opera solistlerine, balerinlere, sanatçılara ev sahipliği yaptı. Ne sohbetler, sevinçler, kavgalar yankılandı duvarlarında. Kimlerin ruju kaldı fincanlarında…

2009 yılında yüreğim pır pır çarparak Metin Altıok ödülümüzün ilki için ilk jürimizi davet etmiştim Gezi’ye. Bu sene de dâhil olmak üzere her yıl ödülümüzü alan şair arka tarafta büyük mermer masanın çevresinde belirlendi. Ardından edilen telefonla şairimize haberi verdiğimiz anın da tanığı oldu Gezi. Şiirler okuduk o masada. Geçen yıllar içinde jürimizden Füsun Akatlı, Talat Sait Halman, Gülten Akın, Enver Ercan, Ülkü Tamer, Salih Bolat’a, ödül alan şairlerimizden Hulki Aktunç’un ardından Gezi’ye de veda ediyoruz demek. Şimdi ödülümüz de mekânsız kaldı.

Giden kültür insanlarımızın gerçek aydınların yeri dolmuyor onların sesine, yaşam alanlarına, bellek mekânlarına duyulan öfkeyle mücadelede yalnızlaşıyoruz. Özetle kuruluşundan itibaren bugüne kadar halkın sesine de ev sahipliği de yaptı Gezi Pastahanesi. Çünkü kentin kalbinde ana meydanında ve bellek mekân AKM’nin yanı başındaydı. Kentler meydanlarıyla soluk alır. En önemli olaylar, protestolar, kutlamalar, direnişler, buluşmalar o meydanlarda ve o meydanların buluşma mekânlarında yaşanır. Paris’te Fransız aydınlanmasının fikir tartışmalarına tanıklık eden, Volaire, Rousso, Victor Hugo gibi yazarları ağırlayan Prokop’ta içtiğimiz bir kadeh şarabın ve annemle sohbetimizin tadını unutabilir miyim? Ahşap masaların, dekorasyonun bile değişmediği bir mekânda üstelik yüzyıllar önce devrimlere sis lambası olan ustalarla aynı masalarda oturmanın, soluk almanın ayrıcalığı insana planlanarak sağlanamayacak, etkisi tahmin edilemez bir kavrayış ve zenginlikle geri döner.

Örneği ikiyüz küsur yıl öncesinden verdiysem de şüphesiz bahsettiğim yazarlar da benim gibi kendilerinden önceki yüz yıldan heyecan duymuş kimlerle aynı masalardan geçtiklerini düşünmüşlerdi. Zira bahse konu restoranın kuruluş tarihi 1686. Eşsiz değil üstelik, böyle örnek çok.

İstanbul nasıl bir anlamda ülkenin küçük ölçeğiyse Taksim meydanı da ülkemizin kültürel yozlaşma ve renksizleşmesinin en çarpıcı özeti gibi. Dünyanın neresine giderseniz gidin böylesi büyük bir kent meydanının böyle çorak tutulduğunu göremezsiniz. Mutlaka renkli şemsiyeler altında masalarda söyleşen insanlara, onlara şarkılar söyleşen, gösteriler sunan sokak sanatçılarına, seyyar satıcılara, merdivenlerde oturan gençlere rastlarsınız. Yaşamın coşkusu vardır alanlarda.

Çocukluğumda anne ve babamın dostlarıyla, aileyle buluşmak için Ankara’dan yaptığımız yolculuklarda yolumuz sıklıkla düşerdi o zaman ki boyuma daha da büyük gelen bu meydana. Meydana bakan kafelerden birinde Attila İlhan’ı başında beresiyle görmek kesin gibiydi. Mekânlar biraz da müdavimleriyle var olurlar. O güzel kafe de bugün yerinde değil. Orada büyükler hararetle sohbet ederken ben sular idaresinin duvarı üzerinden akan ışıklı yazıları okumaya çalışırdım. Henüz okuma bilmiyordum bile. Aradan bir kelime ya da cümle yakaladım mı babamın gömleğini çekiştirmeye başlardım. Şimdi o duvar da yok, duvarın ardında altında sarnıçlar, tarihi eserler olduğu bilindiği için uzun yıllar boş bir otopark olarak kalan alanda bir inat yüzünden inşa edilen cami yükseliyor. AKM yıkıldı yerine “aynısının benzeri” bezer bir inatla yapıldı. Amaç başkaydı ama yıllar süren itiraz ve tepkiler bununla söndürüldü. Ağaçlar kesildi. Gezi direnişiyle kurtarılan küçük alan yalnızlaştırıldı. Çevre düzenlemesi adı altında betondan bir saha yaratıldı. Beton saksılara hapsedilen ağaçlar kurudu. Altlarında saç ektirmek için akın akın gelen Arap turistler çekirdek çitleyerek yerlerde oturuyorlar. Kent sakinleri çoktandır el etek çektiler Taksim’den. Çünkü yok olanlar listesi uzun. 7’den 70’e erişebilen sanat ve müzik buluşma mekânları veda ettiler/ettirildiler. Şan Tiyatrosu, DT Taksim sahnesi, Küçük sahne, Aziz Nesin Cep sahnesi, Emek Sineması, Akazar, Cafe de Paris, Kaktüs, Dulcinea, Jaz Stop, Jaz Cafe, Pia, Safahathane, Safran, Babylon, Roxy… 

Değişik yaşlarımda gittiğim, tanıdığım yerlerden geriye kalan son kale Gezi’de uzun zamandır abluka ve mobing altındaydı. Önce önde Taksim meydanında yaşayan, canlılığını koruyan terasa el koyuldu. Sonra heykel olduğu iddia edilen bir metal kafes başka yer yokmuş gibi tam oraya yerleştirilebilsin diye meydanda kalan son ağaç hunharca budandı. Ağaç bu metal kafese hapsedildi. Diğer yanda kalan üç beş masaya sığınıyorduk sonunda mekân direnemedi. Gezi’nin sahibi mimar Hakan Kıran; "Yıllardır her türlü engellemeye karşı mücadele etmeye çalışıyorduk. Kimse destek olmadı" diyor. Haklı. Gezi direnişi kadar Gezi bilinci de önemli. Yaşam alanları mücadelesinde ikonik mekânlara da bu kadar kolay veda etmemeliyiz. Bir kez daha üzgünüm, biraz daha eksiğiz.