Tiyatro ile ilk tanışıklığım çocukluk yıllarıma rastlar. O zamanlar Ankara Ulus’ta devlet tiyatrosuna ait olduğunu hayal meyal hatırladığım bir tiyatro vardı. Adı da sanki “Küçük Sahne” idi. Hafta sonları en şık kıyafetlerimizi giyer ve de gündüz 11.00 matinesine yetişmek için alelacele evden çıkardık.

Küçük Sahne’ye vardığımızda yaşıtımız onlarca çocukla birlikte sessizce koltuklarımıza gömülür renkli ışıklar, replikler, danslar, mimiklerin eşlik ettiği sihirli bir dünyanın kapısını aralardık. Beni özellikle parlak kumaşlardan yapılmış kıyafetler, sürekli değişen dekorlar ve oyuncuların ezber yetenekleri çok şaşırtırdı.

“Alice Harikalar Diyarı”, “Çizmeli Kedi” Pamuk Prenses ve 7 Cüceler” ile başlayan çocukluğum “Küheylan”, “Ayak Bacak Fabrikası” ve “Keşanlı Ali Destanı” gibi unutamadığım oyunlarla gençliğe dönüşmüştü. Yıllar sonra sahneye adımımı attığım ilk profesyonel sahne deneyimim de bir tiyatro oyunu, rahmetli Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı ve rahmetli Levent Kırca’nın yönettiği “Kadıncıklar” sayesinde olmuştu.

HEP AYNI ÇOCUKSU TELAŞ

Zaman içerisinde tanıştığım birbirinden değerli tiyatrocular sayesinde “sahne tozu yutmak” neymiş onu anladım. Yaptığı işe tutkuyla sarılmış insanlar tiyatrocular. Her biri bambaşka bir dünya. Onlar bir traktörün römorku üzerine kurulan derme çatma bir sahneyi dünyanın en gösterişli sahnesi haline getirebilirler. Onlar için binlerce kişinin önünde oynamak da bir kişinin karşısında oynamak da aynı şey. Tek kişilik oyunlarda da kalabalık müzikallerde de, başrol oyuncusu olarak da, tek bir replikleri olmadan sahneyi terk etseler de hep aynı heyecan aynı çocuksu telaş var her birinde.

Türkiye’de hemen hemen her tiyatro sanatçısı aynı zamanda da mecburen tiyatro sahibi. Zira hepimizin tanıdığı bu çok değerli oyuncuları “patron” olmaya iten paraya olan düşkünlükleri değil tiyatroya olan aşkları, sevdaları… İstedikleri repertuvarı seçebilmeleri, istedikleri oyuncularla, müzisyenlerle çalışmaları dekora kostüme harcayacakları para için kimseye hesap verme zorunlulukları olmaması onlar için ne demek bilemezsiniz.

Ortaoyuncular geçtiğimiz günlerde 41’inci doğum gününü kutladı. Ferhan Şensoy ustanın oyunları, kitapları, çevirileri kadar önemli bir eseridir Ortaoyuncular. Kırk seneyi geçen bir sürede binlerce oyun, milyonlarca seyirci, sayısız replik… Buradan yetişen gençler, gençlere el veren ustalar ve de Ses Tiyatrosu’nu bir mabede çeviren dünyada bir benzeri daha olmayan bir tiyatro dehası Ferhan Şensoy.

Ses Tiyatrosu (1885)’na girdiğinizde hemen kapısında “Bu tiyatro Ferhangi Şeyler oyununu izleyen 112.437 Anadolu tiyatro severinin ödediği bilet parasıyla halk tarafından onarılmıştır” yazar. Ben her girişimde bu tabelanın önünde durur ve sanki ilk kez görmüşçesine okurum yüzümde mutlu bir tebessümle ve “Helal olsun be Ferhan” iç sesimle.

KÂH AĞLADIK KÂH GÜLDÜK

Bu hafta geçen sene kaybettiğimiz Ortaoyuncular’ın hafızası -ben öyle diyorum- çok değerli arkadaşımız, dostumuz Levent Ünsal için toplandık Ses Tiyatrosu’nda. Fuayede oturduk. Geçmişten söz ettik. Kâh ağladık kâh güldük. Bir ara duvarda tam karşımda duran fotoğraflara baktım. Tuncel Kurtiz, Erol Günaydın, Levent Ünsal, Boran Kaya, Parkan Özturan, Hümeyra, Tarık Pabuççuoğlu, Baykal Kent, Zeliha Berksoy, Derya Baykal, Nurhan Damcıoğlu, Erbil Çeviker, iki hafta önce kaybetmenin şokunu atlatamadığımız Rasim Öztekin ve ustası Münir Özkul’dan kavuğu devraldıktan sonra elini öpen Ferhan Şensoy. Ne mutlu bana ki ben de Ortaoyuncular’ın bir parçasıyım. Farklı zamanlarda da olsa Erol Günaydın’ın makyajını sildiği aynada ben de saçımı taradım. Tuncel Kurtiz’in tirad attığı yerde şarkı söyledim, bütün ustalarla beraber selama durdum.

Tomas Fasulyeciyan’ın unutulmaz tiradında dediği gibi “Gün ağarır, temizleyiciler
gelir, replikler yerlerine kaçışır… Perde” Tiyatroya emek vermiş herkesi ayakta alkışlıyor -eşim Gizem’i de- ve 27 Mart Dünya Tiyatro Gününüzü kutluyorum.