Güneş Sokak
Bursa Küplüpınar Mahallesi Güneş Sokak’ta doğdum. Anne ve babam ben doğmadan birkaç yıl önce yarım dönüm kadar bir arsa almışlar, sonra bu arsaya altı dükkân, üstü de ev olan bir bina kondurmuşlar. Bu bina anne babamın Hürriyet Mahallesi’ndeki evlerine benzemiyor çünkü bahçe içinde değil, çatısı yok, ileride kat çıkılabilir diye çatı düz bırakılmış (yetmişlerin sonunda üstüne iki kat daha çıkıldı) ... “Bitişik nizam” tanımını bu mahallede duyuyorlar. Binalar arsanın kuzeyine yapılacak, bitişik nizam binalar birleşince burada bir sokak doğacak. Sokağın doğabilen bir şey olduğunu fark eden muhtar, “O halde adı Güneş Sokak olsun, güneş gibi doğsun” diyor.
Küçükken sokakta hatırladığım ilk sözcüklerden biri “Çocuk özendi”ydi. Biri bir şey alınca sanki bir kusur işlemiş gibi açıklama getirirdi: “Aldık çünkü çocuk özendi…” Ablamlar Hey Dergisi okuyordu ve sürekli bir şeylere özeniyorlardı. Babam kaşlarını çatıyor ve “Hayır alamayız, çünkü arkadaşlarınız özenir” diyordu. Herkes her şeyi çocukları için alıyordu, çünkü çocuklar ha bire özeniyordu.
Gerçekten özeniyor muyduk bilmiyorum, bir çocuğu herhangi bir şeye özendirmek zor olmasa gerek. Komşularımızdan biri o zamanlar pek görülmeyen katlamalı bir merdiven almıştı ve babam “Güle güle kullanın” deyince komşu tam da beklendiği gibi, “Ya almayacaktık ama çocuk özendi” dedi… Komşumuzun çocuğunun bir merdivene neden özendiğini zerre anlamadığım halde, her nedense ben de bir anda kendimi bu merdivene özenirken buldum.
Birçok insan babasını sever ve hele de baba ölmüşse, onun ardından yalan yanlış bir sürü efsaneler üretilir. Babamı çok küçük yaşta kaybettiğim için bana söylediği sözlerin belleğimdeki yanılsamalar olup olmadığını tam anlayamıyorum. Hafızanın kurguculuğu şüphelerimi daha da artırıyor. Öte yandan babamın eve bir suç aletiymiş gibi kese kâğıdında gizleyerek muz veya çikolata getirdiğini çok net hatırlıyorum. “Bunları dışarıda yemeyin” derdi, “Arkadaşlarınız özenebilir.” File yerine kese kâğıdı geliyorsa içinde kıymetli bir şey olduğunu anlıyorduk: Bir şeye kese kâğıdına sarılmışsa değerlidir.
Mahalle duvarlarında çok güzel yumruk yıldız çizerlerdi. Yazılanları heceleyerek okurdum: “Kah rol sun fa şi fa şi şi şizzzzz mmmm.” Burası devrimcilerin mahallesiydi. Döşemeci Hasan Abi, Bakkal Nejat Abi, Marangoz Şaban Abi, hepsi devrimci olmalıydı. Herkes Orhan Gencebay dinliyordu, her tamirhanede Müjde Ar kartpostalları vardı. Orhan Gencebay ve Müjde Ar da devrimciydi. Makasçı Cevat Amca’dan korkuyordum, o devrimci olamazdı.
Camide Kuran kursuna giderdik. Kuran kursu camilerin yanındaki kulübede olurdu. Namaz olmayan zamanlarda camiye girmeye bayılırdım. Burası kocaman bir oyun alanıydı, halılar üstünde taklalar atardık, kimse bize kızmazdı. Teravih namazında hep beraber “Allahümmesallialla”yı söylediğimizde tüylerim diken diken olurdu ve bunu duyan herkesin gâvurluğu bırakıp anında Müslüman olacağını düşünürdüm.
Okula giderken bir gün Ayhan Abi ile karşılaştım. Benden altı yedi yaş büyüktü, ben sekiz yaşındayken, o da on beş yaşındaydı. Ayhan Abi diğerleri gibi değildi, o hakiki devrimciydi. Gece bizim sokakta bir duvara yazı yazdığını görmüştüm. “Merhaba” dedi bana. Sanırım o güne kadar hiç kimse bana böyle ağız dolusu bir “Merhaba” dememişti. İnsanlar genellikle “Naber lan” veya “Kerata seni” filan derdi ama Ayhan Abi “Merhaba” demişti, sanki büyük bir insanmışım gibi.
Karşı komşumuz Çerkes’di, onun yanındakiler Arnavut. Macırlar dedemin sözleriyle “her yeri sarmıştı”, biz Gürcüydük ama annemin Pomak olduğunu niye kimse dikkate almıyordu? Yan komşularımıza Kürtik diyorlardı, oğulları da “Biz halis Türküz yahu, Polatlı’dan geldik” diye cevap veriyordu. Bir de hiç meyve satmadıkları halde “Manav” denilenler vardı.
Henüz “Alevi” sözünü duymamıştım bile ama bize “Sünni, Hanefi” olduğumuz öğretilmişti.
Kahvelerde bira içiliyordu, sokak aralarında bira içiliyordu, kına gecelerinde çengi kadınlar da bira içiyordu ve sokak düğünlerinde her yer anason kokuyordu. Bir komşu çıplak kadın fotoğraflı takvim bastırmış, babamın kalfalarından biri de takvimi duvara asmıştı. Babam takvimi çıkarınca bir arkadaşı “Bunlar delikanlı, bırak fotoğrafa baksınlar bari” demişti. Delikanlılar niye fotoğrafa bakıyor, bunu da anlamıyordum.
Ayhan Abi duvara yazı yazarken bir polis sessizce gelip sırtından vurmuş. Hastaneye getirildiğinde ölmek üzereymiş. O hastanedeyken biz büyüdük. Çocukluğumda Ayhan Abi’yi hasta yatağında ziyaret etme rutini diye bir şey vardı. Kurşun belkemiğine saplandığından Ayhan Abi’nin ayakları bir daha tutmadı. Hastaneye geldiğimizde veya evinde ziyaret ettiğimizde her seferinde bizi gülerek karşılar ve “Merhaba” derdi.
Biz yürüdüğümüzden koştuğumuzdan utanarak büyüdük. Ya Ayhan Abi bizi görürse? Ya bizi özenirse? Yürüyüşlerimizi kese kâğıdına sakladık.
Akın Abi’nin muhasebe dükkânında çalıştık, satranç oynadık, Ayhan Abi bize bağlama ve gitar çaldı. Suat ve İsmail Abi’lerle Eagles, Styx, BeeGees dinledik. Cumhuriyet gazetesini bitirene kadar okurduk. Marx’ı, Engels’i, Lenin’i Güneş Sokak’ta tanıdım. Aziz Nesin’in kitaplarına orada güldük, Steinbeck’le California’ya, Gorki’yle Rusya’ya gittik.
Büyüdükçe sokakta kimse kalmadı, kimi öldü, kimi Nilüfer’e, Mudanya’ya taşındı. Biz çocuklar üniversiteyi kazandık ve İstanbul’a “kapağı attık”.
Binalar yükseldikçe sokağımıza da güneş doğmaz olmuştur herhalde, yıllardır gitmiyorum. Mahalle kentsel dönüşüme girdi, anne babamın ömürlerini verip yaptıkları evin tamamına, İstanbul’da balkon alamayacağım bir değer biçildi.
Sadece Ayhan Abi kaldı orada, Facebook’ta yazılarımı beğeniyor. Bazen de çok kısa bir mesaj atıyor: “Merhaba”
Ateş İlyas Başsoy’un “Seveceksen Radikal Sev” adlı kitabından alıntıdır. Ayhan Diken’in anısına saygılarımızla.