BirGün’ün 10 Haziran tarihli manşeti son bir yılda yaşadığımız kanlı ve acı dolu günlere dair net bir analizdi: “Yaşananların sorumlusu savaşta çıkar görenlerdir”.

Erdoğan Vezneciler saldırısı sonrasında “ilk insanla başlayan mücadelenin kıyamete kadar süreceğini” söyledi. Katledilenler bu mücadelede ödenen ‘bedellerdi’. Cumhurbaşkanı’nın açıklaması üzerinden birkaç gün geçmişti ki Bakan Veysel Eroğlu, “bu topraklarda şehitlerimiz olacak, hepimiz hazırız” dedi. “Hepimiz hazır” mıydık gerçekten? Vezneciler saldırısının ardından ‘olay yeri’ Türk bayraklarıyla donatılmış, bombanın yarattığı fiziksel tahribatın izleri apar topar silinmeye çalışılmıştı. Bütünleme sınavı için fakültelere giden öğrencilerde tedirginlik sezinlense de hayata ‘normal’e dönüvermişti. Ölmeye hazır mıydık bilinmez ama hemen yanıbaşımızda patlayan bombayı unutmaya hazır görünüyorduk. Travmayla bireysel baş etme çabasının ötesinde kolektif bir hissizlik hali egemen gibiydi. Benzer bir duruma daha önce Kızılay saldırısı sonrasında da tanık olmuştuk. Korkunç saldırı milliyetçi-militarist propagandanın malzemesi yapıldı kısa bir süre, sonra da üzerine sünger çekildi.

Suruç ve 10 Ekim katliamı sonrasında toplumun sağ cenahı ölenlere ‘hak etti’ muamelesi yaparken, barış isteyen herkesi ‘terörist’ ilan ederken, yaşamını kaybedenler için yapılan anmalara dahi tahammül edemezken kendimize soruyorduk nasıl olur da kolektif kötülük ve vicdan körlüğü bu toplumu böylesine kuşatmış diye. Savaşın insan hayatını sıradanlaştıran lanet yüzüne ve bu süreçte iktidarın payına isyan ediyorduk. Bu isyanı büyütmek hem politik hem de vicdani sorumluluğumuzdu. Savaşı derinleştiren tüm aktörler bizim politik eleştirimizden eşit olsun olmasın payını almalıydı. Ancak Kızılay ve Vezneciler saldırıları sonrasında kınama yayınlamanın, başsağlığı dilemenin ötesine geçemedik! Saldırıları “devrimci şiddet” olarak tanımlayan da çıktı, Kürt illerinde yaşanan yıkım ve tahribatın rövanşı olarak gören de. Devlet ile PKK arasındaki savaşta Kürt sivillerin ölümüne sessiz kalan ‘Batı’dakiler’ savaştan payına düşeni alacaktı! Savaşta ‘sivil zayiat’ verilmesi normaldi! Bunu söyleyenler aslında savaşın Saray-AKP tarafı ile benzer argümana sarıldıklarının ne denli farkındalar bilinmez. Ancak eğer Batı’da Kürt illerinde yapılanlara karşı çıkacak bir toplumsallığın potansiyeli vardıysa da bu saldırılar sonrasında yerli yerinde durduğunu söylemek mümkün değil. Hatta tek talebi barış olan bir hareketin Batı’da örgütlenmesi de bu saatten sonra epey zor.

Her ne kadar ABD arabuluculuğunda yeni bir müzakere sürecinin başlayabileceği ileri sürülse de bu hemen gerçekleşmeyecek. Saray-AKP blokunun TSK ile yaptığı işbirliği ve Suriye’deki fiili durum şartların ‘olgunlaşmadığının’ göstergesi. Örneğin Meclise gönderilen yeni yasa tasarısı TSK’nın isteklerini harfiyen yerine getiriyor. MİT’e sağlanan yargı zırhı şimdi komutanlara da bahşediliyor, hem de yasa öncesindeki operasyonları kapsar bir biçimde. Operasyonlarına katılan er ve erbaşlar dahi ancak bakanlık izin verirse soruşturulabilecek. MİT’in yakın zamanda kazandığı istihbaratı tek elde tutma ayrıcalığı artık mutlak değil; komutanların istediği bilgiler derhal toparlanıp önüne gelecek. Ve ev ve işyeri baskınları artık askerlerin görev tanımı içinde. Kısacası Saray-AKP bloku savaşı devam ettirme uğruna TSK’nın elini yeniden güçlendirdi. Bunun maliyeti çok ağır olacak.

Çatışmanın diğer tarafında PKK son bir yılda Suriye denkleminde mevzi kazanmak adına Türkiye’deki Kürtler dahil olmak üzere bütün ülkeyi ateşe atmayı sürdürmekte. Devletin Suriye’ye müdahalesini sınırlamak ve böylece Suriye Kürdistanını kurmak için şehir savaşına oynadı. Eğer Suriye’deki Kürt kantonları birleştirilirse yerlerinden edilen, mahalleleri yakılıp yıkılan Kürtlere “bedel ödediniz ama sınırın diğer tarafında istediğimiz oldu” denecek. Aksi durumda 2007 Temmuzundan bu yana yaşananların faturası bölge halkı tarafından hem AKP’ye hem de örgüte çıkacak.

2016 yazında örtük OHAL, fiili başkanlık günlerindeyiz. Cihatçı hücreler fırsat kolluyor; PKK ise şehir saldırılarıyla korku iklimini derinleştirerek otoriter rejimin sürdürülmesine dolaylı yoldan destek oluyor. Savaşan taraflar bize bedel ödetmede ortaklaşmış durumda. Sokaklarımızı, yaşam alanlarımızı geri almak istiyorsak Reyhanlı’da, Suruç’ta, 10 Ekim’de, Kızılay’da, Vezneciler’de yaşamımıza kastedenlerin savaşta çıkar görenler olduğunu kabul ederek yolumuza devam etmeliyiz. Barış gelecekse tek başına değil; özgürlük ve emek mücadelesiyle ve halkların ortak çabasıyla iktidara ve PKK’ye rağmen gelecek!