Kapitalist – emperyalist aktörler arasındaki paylaşım kavgası 21. yüzyılda tüm hızıyla devam ediyor. Bu kimi zaman kendini ticaret savaşlarında gösteriyor, kimi zaman sıcak çatışmalarda. Göz göre göre gelen Rusya – Ukrayna Savaşı bu kavganın günümüzdeki adı.

Küresel kapitalizmi tek seçenek olarak dayatan egemen güçler, kapitalist sistemin içine düştüğü krizi vekalet savaşlarını ve silahlanma yarışını kışkırtarak aşmayı deniyor. Son yıllarda küresel hegemonyası peyderpey aşınan ABD, NATO’yu dünya üzerindeki nüfuzunu konsolide edecek bir aparat olarak bir kez daha kullanma çabasında.

Doğu Avrupa’yı, her an patlamaya hazır bir silah deposuna dönüştürerek ve NATO’ya yeni ülkeleri üye yaparak, hem Rusya’nın etki alanını daraltmak hem de Avrupa’nın ABD’ye bağımlılığını yeniden arttırmak çabasında. Nitekim ABD, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını Avrupa’ya yeni birlikler yığmak için uygun bir fırsat olarak gördü bile. Elbette bunların hiçbiri Putin yönetiminin Ukrayna’ya saldırısını mazur göstermiyor. Oligarklar üzerinden işletilen Rus tipi kapitalizm, kendi çıkarlarını emperyal fanteziler ve milliyetçi söylemin arkasına saklıyor. Arka bahçesi olarak gördüğü coğrafyalarda ulusal hükümetlerden tam bir biat bekliyor. Putin yönetimi ile vites arttıran Rus yayılmacılığı, Karadeniz’in kuzeyinde ve Kafkasya’da yüz binlerce insanın yaşamını tehdit ediyor.

AYNI ANDA KARŞI ÇIKMAK MÜMKÜN

İnsanlık dramına yol açan savaşlar aynı zamanda siyasette turnusol işlevi de görürler. Bu sefer de aynısı oldu. Taraf tutma yarışına girenler asıl odağı, yani kapitalist-emperyalist kavganın yıkıcılığını es geçiyorlar. Kâh psikolojizme kâh Soğuk Savaş tezlerine saplanıp kalıyorlar. Halbuki Rusya-Ukrayna Savaşı karşısında hem ABD’nin NATO eliyle sürdürdüğü genişleme politikasına hem Rus yayılmacılığına aynı anda karşı çıkmak mümkün.

Türkiye siyasetinde de Soğuk Savaş reflekslerinin hâlâ bir ölçüde devam ettiğini görüyoruz. Rusya’nın saldırısı, iktidar kanadında da Meclis muhalefetinin büyük bir kısmında da NATO’culuğun ne denli baskın bir tutum olduğunu kanıtladı. ABD ve NATO’nun karanlık sicilini temize çekmeye çalışanlar ya da bizzat kapitalist-emperyalist güçler tarafından yok sayılan toprak bütünlüğü ilkesini yine aynı güçlerin dillendirmesini alkışlayanlar ortaya çıktı. “Savaşa hayır” diyen sosyalistleri Putinci olmakla itham eden manşetler bile attılar.

NATO’culukta “demokrasi” arayanlar ya da Putin’in hamlesini onaylayan Perinçekçiler, farklı biçimlerde de olsa, kapitalist-emperyalist sistemin ürettiği kavganın örtük savunusunu yapıyorlar. Kendi iç siyasi hesaplarını jeostrateji ve reel politika adı altında normalleştirmeye, uluslararası güç merkezlerine mesaj vermeye çalışıyorlar. Tam bu noktada, bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Kapitalist-emperyalist politikalar ile mücadele etmeyi bir kenara bırakan, açıkça ve cesaretle barışı talep edemeyen, böylesine bir barışın şartlarını sağlayacak topyekun bir güç azaltımını hedeflemeyen hiçbir siyaset halklar için umut olamaz.