Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın birkaç gün arayla yaptığı konuşmalardan alıntılar ile başlamak istiyorum:

“ … salgının ardından dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıkça görülüyor, diğer ülkelerin ve insanların sırtından kendilerine sahte bir refah düzeni kuranların devri artık kapanıyor. … asıl olanın yeterli üretim ve adil dağılım olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır… Bu yeni dönemde tüm dünyada bizim 17 yıldır dilimizden düşürmediğimiz, insanı yaşat ki devlet yaşasın, ilkesi her ülkede yönetim sisteminin merkezine yerleşecektir. Türkiye için bu dönem en az çok partili hayata geçtiğimiz, en az rahmetli Özal’ın reformları, en az AK Parti’nin demokrasi ve ekonomi atılımları kadar önemlidir…”

“… Bir dönem kendilerini ülkenin tek sahibi sanan, hâlâ da aynı kibirli tavırla hareket eden bu hastalıklı zihniyet sahiplerine diyorum ki; düşün artık milletin yakasından… Milletin değerlerine, mukaddesatına, onuruna yapılan her saldırının tetikçisi sizdiniz. Yıllardır yaptığınız işin adı gazetecilik değil şeamet tellallığıdır. Ama artık bu devir sona erdi. Ülkemiz sadece Koronavirüsten değil aynı zamanda bu medya ve siyaset virüslerinden de inşallah kurtulacaktır.

“..Bu süreçte ülkemizdeki her bir vatandaşımızın emeğine, birikimine, kabiliyetine, cesaretine, … ihtiyacımız olacak,...”

Bu uzun alıntılar içerisindeki çelişkileri analiz etmeye kalkarsak sayfalar dolusu yazmak gerekir. Ama sadece darbe rejiminin “mutemet adamı” Özal’la demokrasiyi bir araya getirmesindeki, besledikleri medyanın halka en ağır hakaretleri ettiği günde, muhalif medyayı milletin değerlerine ve onuruna saldırmakla suçlamasındaki garabeti vurgulamakla yetineyim. Hatta o kadar başarılı bir rejim kurmuşuz ki dünyaya model oluyormuşuz! Ancak bu konuşmalardan önümüzdeki döneme dair daha önemli sonuçlar çıkıyor.

Birincisi; Özal’ın reformlarına ve 17 yıllık ekonomi politikalarının “başarısına” işaret ederek ekonomik ve sınıfsal tercihlerde ısrarlı olunacağı vurgulanıyor. Yani yağmaya, sömürüye, rant ve beton ekonomisine devam. İşte Kanal İstanbul ihalesi, Salda Gölü faciası, sermayeyi gözeten tedbirler, ölümüne çalıştırılan emekçiler.

İkincisi; artık hayali ve boş bir ezber haline gelmiş, esasen muhatabı da belli olmayan “kendisini ülkenin sahibi sanan, kibirli, halka hakaret eden vs.” suçlamalar üzerinden yargı sopasıyla medyanın ve muhalefetin bastırılmasına devam. İşte MİT yasası bahanesiyle tutuklanan gazeteciler, İnfaz Yasası değişiklikleri, kazanamadıkları belediyeleri kayyum atama yoluyla gasp etme uygulaması.

Üçüncüsü; “82 milyon ve her bir vatandaş” derken bile yalnızca dar bir çıkar grubunu öncelemeye ve bu boyutta bir salgınla yapılan mücadelede başarısızlık pahasına toplumun önemli bir kısmını düşmanlaştırmaya, düşman siyaseti ile yok saymaya devam. İşte muhalefet belediyelerini ve TTB gibi kurumları sürecin bir parçası yapmak yerine felç etmeye çalışmaları, “Sağlıkta Şiddet” gibi bir yasada bile kendi gündemini dayatması.

İktidar elitlerinin mevcut sistemde ısrar ve memnuniyetinin toplumsal kesimlere açıldıkça azaldığı, giderek memnuniyetsizlik ve tepkilere dönüştüğü ortada. Buna rağmen seçmen tercihinde iktidar değişimine yol açabilecek büyüklükte bir dönüşüme yol açmamış olmasının parlamento içi muhalefet tarafından “sorun” edilmemesi açmazlarımızdan birisi. Oysa bu açmaz, siyasetin parti elitleri arasında seyirlik bir düello olmaktan çıkarılması ve bu günlerde “normal” diye olumlanan sınıfsal tercihlerin asıl sorun olduğunun kitlelere anlatılması ile aşılabilir.

Toplumun genelinde -özellikle muhafazakâr kesimde- devlete geleneksel olarak biçilen rol, böyle günlerde yanında olmasıdır. Ancak devlet adına iş yapanların, yazanların, konuşanların kibri, şaibeli kişisel refahları, iş bilmezlikleri, sınıfsal tercihleri, devletin vatandaşın yanında olmak yerine yükü vatandaşa yıktığını gizlenemez bir şekilde gösteriyor. Bu durum da ayrıca muhalefete bir alan açıyor.

Tüm bunlar ortada iken iktidarın arkasını toparlamaya çalışmak ise aymazlık olsa gerek.