“Mağdur oldu şimdi her şey güzel olacak” ezberine tutunmanın riskleri var. İlk anda anlaşılmayabilir ama zamanla belli olur. Mağdur olunan iki ayrı dönemin tüm koşullarını birbiriyle eşitleyemeyiz çünkü. Bu açıdan kontrollü bir umut ve tükenmez bir inat gerekiyor, rehavet değil.” Ekrem İmamoğlu’na hapis ve siyasi yasak kararı çıkmasının ardından böyle bir twit atmıştım. Bu yazıda “iki ayrı dönemin tüm koşullarını birbirine eşitleyemeyiz” derken kastettiğim koşullardan birini ele alacağım. Tek koşul bu değil elbette ama benim çalışma alanıma bu kısmı giriyor. O da iki ayrı dönemin medya araçları arasındaki fark. Çünkü bugün daha fazla iletişim imkânına sahip olmamız, toplumun daha rasyonel karar vermesini sağlamayabilir. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken, 1998’de siyasi yasaklı hale geldiği ülke, Telekrasi çağını yaşıyordu. Oysa şimdi enfokrasi çağındayız. Bu ne anlama geliyor? Açıklamaya çalışayım.

ENFOKRASİ NEDİR?

Byung Chul Han’ın Enfokrasi: Dijitalleşme ve Demokrasinin Krizi (Ketebe Yayınları, 2022) kitabında ele aldığı gibi enfokrasi, dijitalleşme sonrası kamusal alanın dönüşümüyle demokrasinin yerini alan kavram. Bu kavramı anlamak için tabii önce Jurgen Habermas’ın kamusal alanın çöküşünden televizyon gibi elektronik kitle iletişim araçlarını sorumlu tutmasını hatırlamak lazım. Neil Postman’ın Televizyon Öldüren Eğlence (Ayrıntı Yayınları, 1994) kitabındaki tezlerinden de hatırlayacağımız gibi, televizyon toplumu ekran karşısında edilgenliğe mahkûm ederek sonsuz bir ergenlik ya da bir türlü ergin olamama hali yaratıyordu. Öyleyse bu toplum için demokrasiden değil telekrasiden söz edebilirdik. Bu, eğlencenin siyasetin de teslim olduğu tek geçer akçe olduğu yeni bir düzendi. Erdoğan, bu çağda mağdur edildi. Televizyonda, ceza almasına neden olan mitingte şiir okuduğu video kesiti, tekrar tekrar veriliyor, o dönemin ana akım medyası da önemli bir çoğunlukla karşısında olduğu için bu karar en doğru kararmış gibi aktarılıyordu. O mağduriyet durumunu bu tablo yarattı. Diyebilirsiniz ki, “e şimdi de medya gücü iktidarın elinde dolayısıyla o medya da mağdur edilen İmamoğlu.” Haksız olmazsınız ama unutmayalım ki artık bir ana akım medya yok. Bölünmüş bir medya var. O günün geleneksel medya üzerinden oluşan kamusal alanı da artık yok demek bu. Televizyon hâlâ yer yer güçlü görünse de biz artık bir enfokrasi çağındayız.

ENFOKRASİNİN FARKI NE?

Byung Chul Han aynı eserde “Yeni teslimiyet aracı akıllı telefondur. Enformasyon rejiminde insanlar artık eğlenceye teslim olan pasif seyirciler değildir. Hepsi aktif yayıncılardır. Sürekli enformasyon üretir ve tüketirler. Artık bağımlılık ve zorlama biçimine bürünen iletişimin çılgınlığı, insanları yeni bir ergin olmama/reşit olmama hali içinde bir arada tutmaktadır. Enformasyon rejiminin teslimiyet formülü şudur: Ölümüne iletişim kuruyoruz.” diyor. Herhalde buna hiçbirimizin itirazı yoktur. “Ölümüne iletişimin ne zararı olabilir ki, herkes her şeyden haberdar olur ne güzel?” diyenler bile olacaktır. Ancak yine Chul Han’ın cümleleriyle ifade edersek; “dijital iletişim enformasyon akışlarını demokratik süreci baltalayacak şekilde tersine döndürür. Enformasyon kamusal alandan geçmeden yayılır. Özel odalarda üretilir ve özel odalara gönderilir. Bu şekilde internet, bir kamusal alan oluşturmaz. Sosyal medya bu topluluktan yoksun iletişimi pekiştirir.” Yani bu köşede sık sık ele aldığımız yankı odalarına, filtre balonlarına geliyor konu. Herkes kendi odasına konuşuyor. Oysa Erdoğan’ın ‘mağdur edildiği’ 1998’de herkes, görüşü ne olursa olsun aynı ekrana bakıyordu ve orada yeterince temsil edilmeyen ses, mağduriyeti perçinliyordu.

TRUMP’IN FORMÜLÜ NEYDİ?

Tüm bu teorik anlatımla ikna olmayıp, 2019 yerel seçiminin tekrarında oluşan farka dayanarak, mağduriyet anlatısının pekâlâ bu çağda da oluştuğunu söyleyebilirsiniz. Doğru, o zaman da kıl payı kazanılan bir seçim haksız bir biçimde tekrarlanmış ve bir mağduriyet olmuştu. Ancak hatırlayalım ki, 2019’da tekrarlanan İstanbul seçimine giden süreçte, bir belirsizlik, bir endişe ve buna karşı inatçı bir mücadele vardı. Ekrem İmamoğlu’nun kollarını sıvayarak başladığı süreç bir inadı temsil ediyordu. Bugünkü tabloda, mahkûmiyet ve ceza kararını çok hızlı bir şekilde “zafer gibi karşılama” eğilimi seziliyor. İşte konunun iletişimsel açıdan riskli olan tarafı bu. Ortada bir haksızlık var ve bunun öncelikle “mağduriyet” olarak değil, “haksızlık” olarak ele alınması gerekli. “Halkın iradesiyle iki kez seçilen, Türkiye’nin en yüksek nüfuslu kentinin belediye başkanı hukuksuz bir kararla büyük bir haksızlığa uğradı.” Elimizdeki olgu bu. Bu olgu, “Halkın iradesiyle seçilen, Türkiye’nin en yüksek nüfuslu kentinin belediye başkanı mağdur edilerek büyük bir zafer kazandı” şekline dönüştürülürse, bir hata olur. Çünkü başka yankı odalarında da “bunun bir komplo olduğu” şeklinde bir anlatı devreye giriyor. Mahkeme kararını Ekrem İmamoğlu aldırmış gibi saçma sapan bir karşı enformasyon bile üretiliyor. Neredeyse hiç “bu çok haklı bir karar” diyene rastlanmıyor. İktidar medyası, haberi ya küçük ve önemsiz görmeye çalışıyor ya da “komplo iddiası” üzerinden kendi gerçeğini inşa etmeye çalışıyor. Bu, 2016 ABD seçimini kazanan Donald Trump’ın enfokrasi çağına uygun taktiğini hatırlatıyor: Olguyu görmezden gel, kendi hakikatini yarat. Trump’a kısa vadede başarı getiren formül buydu. Bunu da yeni medya imkânlarıyla inşa etti. Bizim durumumuzda “büyük haksızlık olgusu” hızla geçilerek; “mağduriyet=zafer” e karşı, “bu bir komplo” enformasyonları savaşıyor. Böyle bir enformasyon savaşında, olgu yok olabilir. Olgunun görmezden gelinmesine asla izin verilmemesi gerekiyor. 1998’de böyle bir risk söz konusu bile değildi. Olgu kamusal alandaydı ve mağduriyet de oradan oluştu. İşte bu yüzden, iki ayrı dönemin mağduriyetini aynı şekilde karşılayamayız.